31 Temmuz 2012 Salı

8. gün: Peynircilerde karın doyurmak

Başak yara bandını kesmek için
bıçaktan başka bir şey bulamayınca :)
Sanırsınız kırk yıldır kahvaltıya hasretiz, öyle bir kahvaltı ortamı geçiyordu Amsterdam'da. Türklüğümüze yakışır bir şekilde saatlerce kahvaltıda oturuyorduk. Üzerimize çöken bu rahatlığa "Ev ortamındandır." diyorum ve günümüze geçiyorum.

Kahvaltıdan sonra kalkıp Anne Frank Huis'e gittik. Ama kapının önünde öyle deli bir sıra vardı ki, beklemek istemeyip yeni ufuklara yelken açmaya karar verdik. Size tavsiyem, gitmeden önce kesinlikle randevu yaptırın.

Az ilerde bir şirketten kanal turu aldık biz de. Aslında 12,5 Euro'yu ama adam bize 10 Euro yaptı. Kanal turuna gitmeden önce karnımızı doyuralım bari dedik. Amsterdam'ın şöyle bir özelliği var, nedense etrafta çok restoran yok. Bu insanlar "otla" mı besleniyor anlamadım ki ben?

Nerde beleş... :)
O sırada bir peynir mağazası gördük. "Cheese Museum" yazıyordu kapısında. Zaten interrail kapısında müze yazan her yere girmek konseptinde bir olay olduğundan, daldık içeriye tabi. Güzel bir sürpriz oldu bize, çünkü içerde çeşit çeşit peynir tadabiliyordunuz. Öyle bizim bildiğimiz peynirlerden değil, böyle goudadır, keçi peyniridir, "smoked" dedikleri tarzdadır... Hayatınızda muhtemelen hiç tadına bakmadığınız tarzda peynirler. E yazısını okuduğunuz kişi markette peynir, zeytin, sucuk tadarak karnını doyurmaya çalışan fakir bir öğrenci olduğundan... Bu çakallığımı Amsterdam'da da uygulamakta bir zarar görmedim. Kızlarla beraber peynircide bir güzel karnımızı doyurduk.

Sıkıntıdan fotoğraf çektirmek
Tekneye binme zamanımız gelmişti bu arada, bir heves bindik. Arka masamızda da tesadüfen çok yakışıklı bir adam oturuyordu. Tabi yolculuğun bu kadar sıkıcı olacağını bilsem, ben de adamı daha iyi görebileceğim bir yere otururdum. Böylece hiç olmadı manzaranın keyfini çıkarırdım. Yok böyle bir sıkılmak ya, uyudum resmen.

Ve teknede kafamdaki büyük sorulardan birine cevap buldum. Amsterdam'ın kanallar şehri olduğundan haberdarız hepimiz, değil mi? İşte bu kanalların kenarında bir sürü bank var. Hayır manzarası yok, bir şeyi yok. Neden koymuş olabilirler bu bankları diye düşünüp duruyordum. Ta ki tekne gezisine kadar. Dört tane çocuk, bir banka oturmuşlardı. Üstelerinde hafif bir duman tabakası. Aha dedim, tütüyor bunlar! Bu bankların amacı, ot içenlere oturacak yer sağlamak olsa gerek. Tabi biz gözlerimizi belertip bakınca, kendilerine baktığımızı fark eden çocuklar son derece misafirperver davrandılar: "Gelin gelin, siz de için!"

Arkadaki adam için çekilmiş fotoğrafım
Tekne gezimizin ikinci eğlenceli kısmı da arkada oturan adam ve adama "yavaş yavaş" yaklaşan ablaydı. Kadın ısrarla adama yanaşmaya çalıştıkça biz daha çok eğleniyorduk. Tekneden indiğimizde adamın kadını sokağın başına kadar götürüp sonra geri döndüğünü görünce ablanın başarısızlığına biraz üzülmedik değil.

Bir sonraki durağımız Amsterdam Centraal oldu. Malum,  bir sonraki durağımız olan Hamburg için tren bileti sormamıştık daha. Gidip önce sıra numarası aldık. 80 kişilik sıra vardı önümüzde. Bekle Allah bekle, bitmiyor sıra. Bir takım dalaverelere girip "Bugün gideceğiz." diyerek başka bir numara aldık, oradan soralım dedik. O sıra daha önce geldi ama veznedeki kadın "Burası sadece acil trenler için, gidip diğer sıra için numara alın." diyerek kovdu bizi. El mahkum beklemeye devam ettik biz de. O sırada yanımızdaki iki turist beklemekten vazgeçip numaralarını bize verdi. 20 kişi atlamış olduk böylece.

Sıra bize geldiğinde gidip Hamburg trenlerini sorduk. İki aktarmayla, beş saat sürecekti yolumuz. Aslında rezervasyon yaptırmamıza gerek yoktu ama veznedeki adam yaptırırsak daha iyi olacağını, Cuma günü gittiğimiz için trenin kalabalık olacağını söyledi. Biz de rezervasyon yaptırmaya karar verdik. Her bir tren için 4 Euro'dan 8 Euro rezervasyon parası ödedik. İlk trene yaptırmadık çünkü zaten 20 dakika sürüyordu.

Tekrar Dam Square'e gittik. Dün orada olan I AMsterdam yazısı bugün yoktu. İyi ki dedik, sabah erken uyanıp da buraya gelmek gibi bir saçmalık yapmamışız. Sokakların birinde bir dükkandan Amsterdam polarları aldık çünkü resmen bir tarafımız donuyordu soğuktan. Yine sokaklardan dolaşa eve döndük.

Akşam İdil Abla da geldiğinde beraber Red Light'a gittik. (Üzgünüm beyler, fotoğraf yok.) Adı üstünde kırmızı ışıklarla süslenmiş bir sokak. Camdan kapıların arkasında kadınlar (bazıları benden bile genç) üstlerinde takım iç çamaşırlarıyla sokağı süzüyorlar; kimisi dans ediyor, kimisi oturuyor, kimisi ayakta...

Daha sonra Rokinstraat'ta bir bara girdik. İçeri girer girmez bizi iki adam dans ederek karşıladı. Kendimi bir anda dans ederken buldum. Adamlardan kurtulduktan sonra İdil Abla hepimize birer Heineken ısmarladı. Bir masaya geçip oturduk, biraz dans ettik. Hafiften yorgun olduğumdan oturup çevreyi izlemeyi tercih ettim. İnsanlar o kadar çok çift değiştirdiler ki bir süre sonra resmen başım döndü. O sırada barın diğer tarafında iki adamı fark ettim. Bizim masaya bakarak fısır fısır bir şeyler konuşuyorlardı. İçlerinden biri gelip içimizden birini (ismini vermeyeyim şimdi, ama ben değilim) dansa kaldırdı. Daha sonra aslında arkadaşına ayarlamak için dansa kaldırdığını söyledi ve bizim kızı arkadaşına bırakıp gitti. Tabi biz, elimizde yeni bir dalga kozuyla mest olmuş vaziyette izledik.

Çok da geç olmadan bardan ayrıldık. Taksiyle eve döndük.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder