28 Kasım 2012 Çarşamba

Benim olmadı bari çocuklarımın olsun: Yeşil Pasaport

Sırf şu yukarda görmüş olduğunuz nedenle devlet memuru olarak yıllarca çalışabilirim. Böyle büyük haksızlık, böyle pislik olay yok bence. Evet, yine vize dertlerindeyim.

Bildiğiniz gibi Ocak'ta önce Amsterdam'a, sonra Barselona'ya gidiyorum. Ama planlar çok farklı tarihlerde yapıldığından, 20 Ocak'ta gidip 24 Ocak'ta dönüp 26 Ocak'ta tekrar gidip 2 Şubat'ta dönmek gibi bir programım var. Bu sömestrda İstanbul-İzmir de dahil olmak üzere 6 kez uçak yolculuğu yapacağım anlayacağınız.

İlk girişim Amsterdam'dan olmasına rağmen en uzun süreyi Barselona'da geçireceğim için Hollanda bana "Vizeyi git onlardan al o zaman, hıh!" tripleri atıyor. İspanya'da buna karşılık "Gidiş tarihine bir ay kala gelmezsen sana vize mize vermem!" diyor.

Alt tarafı ben para vereceğim, siz de pasaportuma bir tane kağıt yapıştıracaksınız, di mi? Değil işte! İlla uğraştıracaklar adamı... Neyse çok sinirlendim bak yine, gidiyorum.

Not: Hollanda konsolosluğu vize başvurusu için bir ay sonraya randevu veriyor. Eğer iData firması üzerinden alacaksanız rezervasyonsuz gidebilirsiniz, vizeniz de bir hafta içerisinde çıkar. Ama arada 50-60 lira gibi bir fark var tabi.

Not2: Hollanda vizesi için konsolosluğa başvuracaksanız sadece İstanbul ve Ankara'dan başvurabilirsiniz.

28 Ekim 2012 Pazar

Hostel arayışları vol.2

Çok uzun aralıklarla yazıyorum farkındayım; ama böyle olması gerekiyor. Çünkü çok uzun aralıklarla ilgilenebiliyorum gezi-tozu işlemleriyle.

Blogun adını değiştirmeyi düşünmüyor değilim. İnterrail diye başladım ama gezmeye interrail konseptinden çıkarak devam edeceğim gibi duruyor. Tabi arada yine canım çeker interrail yaparım, o ayrı. Yine de insanın kafasında "Peru'ya gidelim! Nepal'e gidelim! Japonya'ya gidelim!"ler olunca, interrail yapmak da biraz zorlaşıyor haliyle.

Her neyse, interraile giderken hostel arayışlarına geç başladığımızdan nispeten pahalı yerlerde kalmıştık. Bu sefer aynı hataya düşmedim tabi ki, ayaklandırdım bizimkileri de "Rezervasyon yaptırıyoruz hemen!" dedim. Bir İzmir, bir İstanbul, bir Sivas katılımcısıyla gerçekleşen Skype toplantımız sonucunda Amsterdam'da, merkezde, geceliği 50 Euro olan üç kişilik bir odayı tutuverdik. Dört geceden 200 Euro, bölün üçe 66,7 Euro kişi başı. Bizce gayet uygun. Otelin (hostel değil, ona rağmen gecelik fiyatı bize 16,7 gibi bir şeye denk geliyor) özellikleri ve aldığı yorumlar da iyi gözüküyor.

Tabi bunu duyan annem de gaz gelip "Barselona'ya neden bakmıyoruz, neden?" diye bana bir güzel posta koydu. Ben İzmir'e dönünce bir ara onunla da Skype yapsak çok iyi olacak. :)

Bir sonraki yazımda ya Barselona için hostel ya da yine o gerizekalı vize işlemleriyle karşınızda olacağım.

 Esen kalın. :)

7 Ekim 2012 Pazar

Leyleği de havada görmedim ama? #2

Ben kendi çapımda Amsterdam planları yapadurayım, annemin aklına Barselona düştü. Hem de ne düşüş... Benim İsviçre'ye gitmiyor olmamı iyice kişiselleştirdiğinden midir, yoksa kardeşimle son bir senedir İspanyolca dersleri alıyor oluşlarından mıdır bilinmez; tutturdu "Hadi Barselona'ya gidelim!" diye.

Öyle zırt pırt yurt dışına çıkan insanlardan değiliz. Nedense bu ara bir yurt dışı sevdası aldı götürdü ama bizi. Ben sürekli arkadaşlarımla "Peru'ya gidelim! Nepal'e gidelim! Amsterdam'da neler yapsak ki?" diye konuşur, babam da iş sebebiyle üç gün beş gün Avrupa görüp dururken; kardeşim zamanla "Beni niye götürmüyorsunuz?" der oldu tabi.

E bizim evdekilerin kıçında kurt var galiba anacım. Annem kardeşimi de alıp pasaport çıkarttırdı kendine taze, sıcak. Üzerine dört gidiş, dört dönüş THY Barselona biletlerini alınca; ben "Amsterdam'dan dönüp de soluklanma fırsatı bulamadan Barselona'ya da gidiyor" konumuna düştüm. Yani bu sömestr tatilim olan iki hafta içerisinde toplam altı kez uçağa binip, üç ülke, dört de şehir değiştireceğim.

Şimdilik paylaşacaklarım bu kadar. Her ne kadar böyle gezenti bir blog yazıyor olsak da, bizim de bir hayatımız ve yiyip yutmamız gereken kocaman ders kitaplarımız var. Dolayısıyla gezi-tozu işlemlerine başlamadan sizlerle paylaşabileceğim tek şey, şu anda masamın üzerinde sunumu durmakta olan tiroid fonksiyon testleri olabilir ki, bu da burada görmek isteyeceğimiz hareketlerden değil.

En yakın vize başvurusunda görüşmek dileğiyle! :)

17 Ağustos 2012 Cuma

Leyleği de havada görmedim ama?

Interrail yazılarımı tamamlarken, çok değil iki hafta kadar önce yani, şöyle bir mesaj aldım:

"Pegasusta indirim var 17 agustosa kadar alırsak bileti.

istanbul-amsterdam + kopenhag-istanbul 190 TL.


istanbul-amsterdam + zürih-istanbul 180 TL.

Somestrda falan gitsek mi bi haftalıgına. acil cevap"

Bu noktada bilgisayarın başından fırlayarak evin içinde deli danalar gibi koşturduğumu itiraf ediyorum. Evet biliyorum, daha bir ay önce Amsterdam'daydım ama blogda da belirttiğim gibi Amsterdam'da olduğum süreyi iyi değerlendirebildiğimi düşünmüyorum. Bu sefer, daha bilinçli ve daha çılgın gitmeye karar verdim.

Aslında plan Zürih'e inip İsviçre'de şöyle bir gezinip, uçakla Amsterdam'a geçmekti. Oradan da Düsseldorf'a geçip yine uçakla memlekete dönecektik. (Amsterdam uçuşları biraz pahalı da.)

Daha sonra çeşitli sebeplerden bu planı tam tersine çevirmek zorunda kaldık. Giderken Amsterdam'a uçup, orada az biraz takılıp, sonra İsviçre'ye gitmek söz konusu oldu. Bu seferki plana kayak da dahil edildi.

Açık konuşmak gerekirse ben kayaktan korkuyorum. Hayır, hiç kaymadım ama yine de korkuyorum. Planın bu kısmına dahil olmak istemedim. Üzerine bir de başka planlarım çıktı (itiraf: annemler "Sömestrda seni hiç göremeyecek miyiz?" dedi) diye ben sadece Amsterdam yapıp, oradan hemen geri dönmeye karar verdim.

Bu konuşmalar, planlar vs. Skype üzerinden bir buçuk haftadır yapılıyor. Neden bu zamana kadar size anlatmadım? Çünkü biletlerimi tam da bugün aldım. Her şeyin kesinleşmesini bekledim. Böylece bu yazın başındaki "Vaka-i Peru"yu yaşamamış oldum.

Vaka-i Peru mu? Onu da Peru'ya gitmeden önce anlatırım artık. :)

***Kendime Not: Demek ki neymiş? Bundan sonra aralıksız olarak uçak bileti indirimlerine bakılıyormuş.

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Dönüş ve Sonrası: Bir başka interrail öyküsünün sonu

18 Temmuz sabahı bütün eşyalarımızı toparlayıp, 5 Euro'luk açık büfeyi sömürüp havaalanına doğru yola çıktık. Selene bizden farklı bir uçakla gideceği için 7.30'da hosteli terk etmişti bile.

Nedense o gün banliyöde bir sorun olacağı tuttu, biz de planladığımızdan biraz geç gidebildik havaalanına. Yine de geç kalmadık tabi ki, insan yurt dışında uçak kaçırmayı göze alamadığından on beş saat önce havaalanına gidebiliyor.

Check-in için sırada beklerken bir Türk bize bavulunu alıp alamayacağımızı sordu. Kendilerininki çok ağır olacağından ekstra ödemek istemiyorlarmış filan. Başak oldukça sert bir şekilde karşı çıktı. Mantıklı da bir sebebi vardı karşı çıkmamızın: Özellikle yurt dışından kaçakçılık işleminde yaşlı teyzeleri bu amaçla kullanıyorlarmış. Bavulunu size veren teyze, çıkışta da alıp gidiyor evet; ama eğer yakalanırsanız, teyze rahat rahat giderken siz bileğinizde kelepçeyle gidiyorsunuz. O yüzden sakın sakın sakın ama sakın bir başkasının bavulunu ("Yavrıııııııım benim bavula para ödemeyelim seninkilerle beraber geçir yavrıııııııım!" dese bile) ALMAYIN!

Bagaj ve kabin bagajı kontrolünde de Almanlar oldukça sıkı. Her birimizin matarasını tek tek sallayıp içinde su olup olmadığına baktılar, çantamızdaki sandviçleri incelediler, küçük kaplardaki yoğurtları attılar. Ya da yediler, emin değilim.

İçeri geçtikten sonra epey bir vaktimizi duty freede harcamayı ihmal etmedik. O kadar çok parfüm denedik ki, bir süre sonra hiçbir kokuyu algılamıyorduk. Nihayet uçağımıza binip, dönme zamanı geldi.

Uçaktan inip bavulları aldıktan sonra kızları Sabiha Gökçen'deki duty freede bıraktım. İzmir uçağını beklemek için oldukça mantıklı bir mekan. Ben de çantamı alıp annemin beni beklediği kapıya çıktım. Ve annem beni görür görmez ilk söylediği şey: "Bu etek ne böyle?" oldu.

Bir başka interrail öyküsü de böylece son buldu.

Yani bu öykü son buldu. Aslında tam da bulmadı gibi. Mesela grubumuzda interrail geyiklerimize dair paylaşımlar devam ediyor. Bütün fotoğraflarımızı upload edip birbirimizle paylaştık. Bir ay da sürmüş olsa, blog yazdım mesela. :)

Bundan sonra yapacaklarım/yapmayacaklarıma dair bir bilgim var artık elimde. Paylaşmamayı tercih ediyorum bunları, çünkü her tecrübe kişiye ve şehire özeldir. Paylaşılabilir olanların hepsini bu blogda sizlere anlattım zaten. Diğer her şey için, kendiniz gidip göreceksiniz artık.

Hepinize iyi geziler! :)

Ara Yazı: Deutschland Deutschland über alles!

Bütün Almanya'yı bir arada yazmak istedim; çünkü, açık konuşmak gerekirse bu başlığı atabilmek istiyordum. :)

13 Temmuz:
Amsterdam'dan yola çıktık.
Bütün günümüzü trende geçirdik.
Hamburg'a vardık.
Hostele yerleştik.
Sternschanze'de dolaştık.

14 Temmuz:
Hamburg merkezde Miniatur Wunderland için ertesi güne bilet aldık.
Rathaus'a gittik.
Bremen'e gittik. İki saat takıldık.
Bremen'den döndükten sonra Reeperbahn'a gittik.
Fischmarkt'ı aradık, bulamadık.

15 Temmuz:
St. Michaelis Kirche'yi gezdik.
St. Nikolai Memorial'ı gezdik.
Hafencity'de gezindik.
Miniatur Wunderland'a gittik.
Berlin Sudkreuz trenine binip Berlin'e geçtik.
Ku'damm'da dolaştık.

16 Temmuz:
Story of Berlin'e gittik.
Berlin Duvarı'na (East Side Gallery) gittik.
İkiye bölündük.
DDR Museuma gittik.
Berliner Dom'un kubbesine çıktık.
Marks-Engel-Platz'da buluştuk.
Ampellmann Store'u talan ettik.

17 Temmuz:
Fernsehturm'dan Pergamonmuseum'a yürüdük.
Pergamonmuseum'u gezdik.
İkiye ayrıldık.
Brandenburg Tor ve Reichstag'ı gördük.
Avrupa'nın Öldürülmüş Yahudileri Anıtı'nı gezdik.
Buluştuk.
Tiergarten'ın içerisinden geçerek Siegesäule'ye gittik.

18 Temmuz:
Döndük.

Almanya'dan kısa kısa:
* S-Bahnlar interrail biletinize dahil.
* Özellikle interrail yapanlar için, Almanya bir cennet. Çünkü pek çok Avrupa ülkesinden daha ucuz.
* Musluk suları içiliyor. Hatta sokaklarda sebiller bile var.
* Miniatur Wunderland'a gidin! Gidin!
* Hamburg'un bir diğer ünlü şeyi de müzikalleri imiş. Pahalıydı, biz gidemedik ama yıllardır süren bir Aslan Kral Müzikali var mesela.
* Hamburg'a çok yakın Lübeck diye ufacık bir şehir var. Niederegger Marzipanı'nı denemelisizin.
* Hamburg'da Watt kıyılarını görebilir, hatta yürüyebilirsiniz.
* Story of Berlin ve DDR Museum'u kesinlikle öneririm.
* Avrupa'nın Öldürülmüş Yahudileri Anıtı'nın altındaki müzeyi de kesinlikle gezin.
* Berliner Dom'a çıkın. Bulduğunuz her tepeye çıkın. (Böyle buyurdu panaroma hastası)
* Fernsehturm ve Reichstag için çok önceden randevu alın.
* Berlin için zaman ayırın. Çoğu çalıntılardan da oluşsa, inanılmaz bir koleksiyonları var adamların. Müzeler Adası, gezilmesi görülmesi gereken bir yer. Vaktiniz yoksa, önceliğiniz Pergamon olsun.
* Ampellmann Store'da çok tatlı hediyelikler bulabilirsiniz. Mutlaka gidin.

İyi Almanya'lar :)

Keep on Smiling! - Happy Go Lucky Hostel

14. gün: Şaka maka derken interrailin bitmesi


Sabah 7'de kalktım. Sağımdaki yatakta tanımadığım biri yatıyordu. Gün gece odadaki boş yatağa birinin geldiğini hatırladım sonra. Ama bir gariplik vardı. Küçük ayakkabılara bakarak "Kızdır." dediğim oda arkadaşımız epey kısa saçlıydı. Sonra yüzünü döndü.

Asyalıların kızının erkeğinin birbirine karışması gerçeğini orada yaşadım. Baktım Gözde uyanık. "Bu kız mı erkek mi ya?" diye sordum. Erkekmiş. Bütün gezi boyunca geyiğini yaptığımız "Ya odamıza erkek düşerse?" durumu gerçek olmuştu ve düşe düşe Çinli'nin biri düşmüştü.

Çerçevelere sığmam, taşarım!

Neyse, kahvaltımızı yapıp ilk durağımız olan Pergamonmuseum'a doğru yola çıktık. Daha vaktimiz var diye Fernsehturm'a yakın inip yürüyerek gitmeye karar verdik. Yol üzerinde de Poseidon heykelli bir çeşme bulduk.


Pergamonmuseum'a vardığımızda kısa bir sıra beklemek zorunda kaldık. Biz 10'da açılıyor sanıyorduk, meğer 9'da açılıyormuş müze. İçerisi de tıklım tıklım dolu, erken olmasına rağmen. Ki çıkışta daha da kötüydü, gidecekseniz erkenden gidin derim.

Bu girdiğimiz saatte
Bu da çıktığımız saatte
Girişte sizi bizden çaldıkları Zeus Sunağı karşılıyor. Zaten biliyorsunuz Pergamonmuseum, sırf bu tapınağın sergilenebilmesi için yapılmış. İnsanın içi sızlamıyor değil.

Bu müzede önemli bir diğer eser de Babil kapıları. Anlayacağınız adamlar Anadolu ve Mezapotamya'yı çalmış götürmüşler. İznik'ten çiniler de var, Anadolu Yahudilerinden eserler de var, İslami mihraplar da, el işi halılar da... Kocaman bir çalıntı müze.

Selene :)
Müzeyi gezerken yine ayrılmaya karar verdik. 12.30'da eşyalarımızı bıraktığımız dolapların önünde buluşmak üzere sözleştik. (Sırt çantalarını içeri almıyorlar, dolaba bırakmak zorundasınız.) Burada sesli rehberler de bedava veriliyor. Ben kendi kulaklığımı takmak gibi bir çakallık yaptım çünkü verdikleri kulaklıklar bir süre sonra kulaklarınızı çok ağrıtıyor. Her neyse...

12.30'da çıkıp Humbolt Üniversite'sinin fakültelerinden birinin önündeki Oase adlı restoranda yemek yedik. Siparişlerden önce öğrenci kartınızı gösterirseniz %20 indirim vardı. Garsonlar sayıca az olduğu için servis suratsız ve yavaştı.

Brandenburger Tor
Brandenburg Tor'a yürüdük. Yolda Berlin Story adındaki kitapçıya girip biraz oyalandık. Oradan sonra yollarımızı ayırdık. Başak Neue Museum'a Nefertiti'yi görmeye gitti, biz Brandenburg Tor'a doğru devam ettik. Tor'un altından geçtikten sonra önce sağ tarafta kalan Reichstag'ı görelim diye tutturdum. Tepesine çıkabilmek için randevu almamız gerekiyordu ve tahmin edin, evet bütün randevular doluydu.


"Alman halkına"
Reichstag'da bir kaç fotoğraf çektikten sonra bu sefer tam ters yöndeki Avrupa'nın Öldürülmüş Yahudileri Anıtı'na gittik. Kocaman bir arazi üzerine dikilmiş beton bloklardan oluşuyor bu anıt.

Avrupa'nın Öldürülmüş
Yahudileri Anıtı


Anıtın altında küçük bir müzeleri mevcut. Giriş ücretsiz, epey de sıra bekliyorsunuz ama sakın girmemezlik etmeyin. O kadar etkileyici ki, kimilerinin içeride ağladığına şahit oldum.


Müzeden çıktıktan sonra Başak'la buluşma vaktini beklemeye başladık. 

Neredesin Başak? :(
Ama Başak bir türlü gelmiyordu. Yetmezmiş gibi Başak'tan mesaj da gelmiyordu. Önce müze çıkışında bekledik, yağmur dinince de dışarıya çıkıp hediyelikçileri dolaşmaya başladık.

Kafama sıkar giderim!
Başak da geldikten sonra bir sonraki durağımızın neresi olacağını konuştuk. Tiergarten'in içerisinden yürüyüp, ortada bulunan Siegesäule'ye gitmeye karar verdik.

Tiergarten da aynı Amsterdam'daki Vondelpark gibi, park adı altında bir orman. Tiergarten daha da bir orman hatta. İçeride hava sıcaklığı, dışarıya göre beş derece düşük neredeyse. 





Tiergarten'a ilk girdiğimiz noktada Homoseksüeller Anıtı'nı da gördük. Daha sonra ortadan geçen ana yolu takip ederek bütün orman boyunca yürümeye devam ettik.


Siegesäule

Siegesäule'ye vardığımızda büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Kapalı olduğu için tepesine çıkamıyordum! Ertesi sabah uçağa gitmeden önce Siegesäule'ye çıkmak üzerine geyikler yaptıktan sonra yemek yiyecek bir yer bulmak için yola koyulduk. Tiergarten hizasından devam edip ormanın sınırında bir yerde yiyeceklerde indirim yazan bir restoran bulduk. Turistlere yönelik bir yer olmadığı için fiyatları da çok uygundu. Tek sorun, garsonların İngilizce bilmiyor oluşuydu ki onu da benim iki sene kullanılmama sonucu paslanmış Almanca'mla çözdük.


Son Yemek :)


Yemeğimizi yiyip, iyice oyalandıktan sonra artık geri dönme vaktimizin geldiğine karar verdik. Bir fotoğrafımızı çektirdikten sonra yol koyulduk.

Hostele gitmeden önce yine Rus Market'e uğradık ve yine hiçbir şey almayıp hostele döndük. Bizim Çinli odada ve uyanıktı. Biraz muhabbet ettik. Son kez günlüğümüzü yazıp, son interrail uykumuza daldık.

13. gün: Bunun ayakkabıları çok küçük, kesin kız.

Berlin'in meşhur ayısı :)
Bu sefer biraz daha geç kalktık. Dün akşam ilk olarak Story of Berlin'e gitmeye karar vermiştik, saat 10'da açıldığı için de rahat rahat hazırlanıp yandaki kafeye kahvaltılık bir şeyler almaya gittik. Kafenin sahipleri Türk çıktı. Bize semaver çayı ikram ettiler.


Kahvaltıdan sonra Ku'damm'daki Story of Berlin'e girdik. Adı üzerinde Berlin tarihi üzerine modern bir müze. Genelde (Almanya'daki her müze gibi) İkinci Dünya Savaşı üzerine bir müzeydi. Ama oraya gelmeden önce Almanya'nın İmparatorluk dönemlerini, bilim, teknoloji ve sporda gösterdiği gelişmelerin uzun uzun anlatıldığı bir müzeydi.

Girişte, içeride Sertab çalan
Türk kapısı örneği
Çok harika düzenlenmemişti ve her yer yazıyla doluydu o yüzden bir yerden sonra epey sıkılıp okumayı kestiğimi itiraf ediyorum. Özellikle 1920 öncesini biraz hızlı geçtiğim söylenebilir.



Bunların dışında dizayn olarak önemli iyi/kötü tarihleri güzel yansıttıklarını düşünüyorum. Mesela sağda gördüğünüz fotoğrafı çektiğim alanın kenarlarına gerçek kitaplar, kitapların arasına da ateş sesinin olduğu hoparlörler yerleştirmişlerdi.

Story of Berlin'den çıktıktan sonra hemen karşıdaki Schildkröte (Kaplumbağa) adındaki restorana girmeye karar verdik. Fiyatları oldukça uygundu ve şirin bir yere benziyordu. Gerçekten de içeriyi çok sevdik. Hatta çok yaşlı bir amca oturuyordu yan masada, sanki oranın dekoru gibiydi. Anlaşılan oranın müdavimiydi çünkü garsonla "Bak ama benim param yok!" tarzında şakalaştı. Sonra da gayet düzgün bir İngilizce'yle bizimle muhabbet etti. Tam bir Osmanlı beyefendisiydi, oralara kadar gitmişiz görüyor musunuz?

Schilkröte'den sonra tabi ki kaçınılmaz olanı gerçekleştirmeye gittik: Berlin Duvarı'nı görmeye. Önünde bir sürü fotoğraf çekildik, bir sürü de fotoğrafını çektik. Almanların İkinci Dünya Savaşı'na dair bu kadar çok şeyi korumuş olmasına hayranım. Adamlar geçmişlerini koruyarak o kadar muazzam bir gelecek yaratıyorlar ki kendilerine...

Duvarın "East Side Gallery" kısmına gittik. Batı tarafında sadece graffitiler varken, Doğu tarafında çeşitli sanatçılara yaptırılmış resimler var. Bir kısmının gerçekten duygulandıran yazılar/çizimler taşıdığını da belirtmeliyim.

Fotoğraf çeke/çekile giderken, bir aile gördüm. Bir resim var şimdi, insan yaşamını göstermişler. Ormanda iki yaşlıyla başlıyor, o yaşlılar ellerini bir bebeğe doğru uzatmış. Bebek aşama aşama büyüyor ve en sonunda genç bir çift ormana giriyor. Gördüğüm aile, tam da bebeğin olduğu yere kendi bebeklerini koyup fotoğraf çektiler. İnanılmaz hoşuma gitti. Acaba çocuğun boyuyla orantılı olarak bunu yıllar boyunca sürdürürler mi diye içten içe merak etmedim değil.

Bazen sadece Duvar'ı değil, sokak lambalarını da boyamışlardı. Soldaki fotoğraf da o lambalardan birini görüyorsunuz.

Sağda ise tabi ki soprano saksafonlu bir abimiz. Bir de poz veriyor. Şeker şey seni.

Duvar'dan sonra yollarımızı ayırdık. Selene ve ben DDR Museum'a gitmek istiyorduk; Cansu, Başak ve Gözde Sony Center ve Legoland'e gitmek istiyordu. Hoş gerçi aynı banliyöye bindik, sadece farklı duraklarda indik. 

DDR Museum Berlin'de gördüğüm "katılımlı müze" kavramına en uygun müzeydi. Artık yerin darlığından mıdır, yoksa çok yaratıcı olduklarından mıdır bilmem; her taraf çekmecelerle, dolaplarla doluydu. İsminizi Rusça olarak yazmaya çalışıyorsunuz, telefondan bir şeyler dinliyorsunuz...


Güzel ve ağzına kadar dolu bir müzeydi. Ucuzdu da üstelik. 

Müzeden çıktığımızda kızlarla buluşmamıza hala yarım saat vardı. Ben de bunun üzerine Selene'yi kandırıp, cebren ve hile ile Berliner Dom'a soktum. Berlin'in de panaromasını göreyim dedim, kubbeye de çıkardım.




Bir şehrin panaromasını görmezsem nedense rahat edemiyorum. Kaç basamak, kaç metre olursa olsun bulduğum tüm kulelere, kubbelere çıktım. Berliner Dom'un da benden kaçma şansı yoktu tabi ki.






Kubbede bulunan bütün meleklerin elinde farklı bir müzik aleti olmasından da çok etkilendiğimi söylemeden geçemeyeceğim.








Berliner Dom'dan çıktıktan sonra kızlarla buluşma noktamıza doğru gittik: Marks-Engel-Platz'a. Ve tabi adamları şebeğe çevirmeyi ihmal etmedik. Koskoca filozofların şu düştüğü hale bakar mısınız?

Selene ve Pinokyo

Günümüzün son durağı, Marks-Engel-Platz'ın tam karşısındaki hediyelikçiler oldu. Berlin'in meşhur Ampellmann'ına ait koca bir dükkan olduğunu söylemek zorundayım. Ben kendime bir çift küpe aldım. Biri yeşil lamba, biri kırmızı lamba şeklinde. Çok tatlılar. :)

Yağmur da bastırınca Ampellmann Store'da biraz daha oyalandık. Ben bu sırada kasanın önüne tadımlık koydukları jelibonlardan epey bir yürüttüğümü itiraf ediyorum. Kasadaki çocuğa çevrede yemek yenilecek uygun bir mekan sorduk. Hemen yan taraftaki pasajda bulunan Andy'nin Yeri'ne (şu anda gerçek adını hatırlamıyorum ama Andy's bir şey olduğu kesin) girip bir güzel karnımızı doyurduktan sonra hostelimize döndük.

Yine Rus Market'ine uğradık. Ben yine bir şey almadan geri döndüm. Rus abiler de Başak'a para üstü yerine meyve salatası vermişler. Açtığımızda ortalığı kaplayan kesif koku nedeniyle hemen kapatıp çöpe atmayı uygun gördük. Hostelin "lobi"sinde oturup internette biraz dolaştıktan sonra yatmaya çıktık.

Odaya girmemizle, boş olan son yatağın da dolduğunu gördük. Eşyalarına şöyle bir bakındık. "Bunun ayakkabıları çok küçük, kesin kız.", "Hem zaten baş ucunda da bebekler var, kesin kız." dedikten sonra yattık.

10 Ağustos 2012 Cuma

12. gün: Hamburg'a hep yağmur yağar

Sabah 8.00 gibi kakıp kahvaltıya indik. Bu sefer hostelde yapmaya karar verdik çünkü öğle ve hatta mümkünse akşam yemeği hazırlamamız gerekiyordu. 5,50 Euro'ya "All you can eat!" konseptli açık büfeye daldık. Ama tam anlamıyla daldık. İki yanımızdaki masalar bize "Tövbe tövbe, beş kız bunları nasıl yiyecek?" bakışları atarken her birimiz dörder tane brötchen'i sandviç yapmış, ikişer tanesini de mideye indirmiştik bile. Bir açık büfe açarsam önüne asla "All you can eat!" yazmam.

St. Michaelis
İlk durağımız St.. Michaelis Kirche/Turm oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında sadece kulesi kalmış eski bir kilise. Arka tarafını tamamlamışlar, yine de kilise olarak değil savaş hatırası olarak orada.

Tabi ki tepesine çıktığımızda inanılmaz bir yağmur başladı. Şaşırmadınız di mi? Biz de şaşırmadık. Aşağı indiğimizde ise hava günlük güneşlikti. Paris'ten beri aynı geyik...





St. Nikolai Memorial
Hamburg'a ilk gelişimde sadece bir gün güneş açmıştı, onda da bütün Almanlar askılıyla gezip güneşlenirken, ben üşüdüğüm için hırkayla oturuyordum. Evinde kaldığım arkadaşım Jana, ben Hamburg'tan ayrılmadan önce "Özlem Türkiye'ye döndüğünde, Hamburg hakkında tek söyleyebileceği sürekli yağmur yağdığı olacak" diyerek dalga geçmişti. Eh Jana, haksız da değilmişim, ikinci gelişimde de sürekli yağmur yağdı.

St. Nikolai'den Rathaus
İkinci durağımız St. Nikolai Memoial oldu. Yine İkinci Dünya Savaşı'nda yıkılmış bir kilise ve evet, yine savaş hatırası olarak korunuyor. 75 metre yüksekliğinde bir kulesi var, asansörle çıkıyorsunuz. Asansörde ve yukarda deli hayal gücüm harekete geçmedi değil: "Ya asansör bozulursa? Arada hiç kat yok? Ya yukarda mahsur kalırsam? Ya asansörde mahsur kalırsam? Ya asansör düşerse?"


Aşağıda epey oturduk. Çanları dinledik. Yine "Çanlar kimin için çalıyor?" esprisi yaptım. (Bu espriyi gezi boyunca yaptığımı itiraf ediyorum. Rezilim.) Öğle yemeğimiz olan sandviçleri yedik ve tabi ki bir sürü fotoğraf çekildik.
Ve evet, çok kuuluz.

St. Nikolai'da gaza gelip yolda da bir sürü fotoğraf çekildik tabi sonra. Sağda Cansu, Başak ve ben, motorcu taklidi yapıyoruz. Cansu'da ve bende bulunan gözlükler, bildiniz, Heineken gözlüklerimiz!


Saat 14.00 için Miniatur Wunderland'a bilet almıştık. Saat bir türlü iki olmak bilmeyince Hafencity'deki köprüleri geçe geçe ufak bir tur attık. Tabi bir sürü fotoğraf çektiğimizi de söylemeden geçemeyeceğim. En sonunda Miniatur Wunderland'a girme zamanımız geldi.

Miniatur Wunderland hakkında söylenebilecek her şeyi şu kelimeyle özetliyorum: Wunderbar! Dünyanın en büyük model treni dendiğinde aklımda olan kesinlikle böyle bir şey değildi. Her şeyi yapmışlar! HER ŞEYİ!

Futbol sahaları da var, şatolar da. Hayaletler var. Kar var, denizde yüzen insanlar var. Her şey var.


Gün yapmışlar ya! Gün evet gün! Güneş batıyor, hava kararıyor, şehirlerin ışıkları yanıyor, tan oluyor, ışıklar sönüyor, hava aydınlanıyor. Arabaların farları bile yanıyor gece olunca!

Trafik oluyor mesela. Bir araba yolda bekleyince, arkasındakiler de duruyor. Ya da ne bileyim... Konser alanları, birahaneler (içinde hareket eden adamlar var!), kamp alanı tuvaletlerinde yaban domuzu saldırısında uğrayan insanlar bile var! 


Superman bile var!
Bazı yerlerde herkes tepelere çıkmış yüzeye bakarken ben bacaklar ormanı arkasından "yeraltına" yaptıkları Mısır tapınağına bakıyordum örneğin. Resmen kocaman bir yaratıcılık örneğidir, başka bir şey demiyorum. En ufak ayrıntılarına kadar döşemişler model treni.

Uçak kalkıyor ya uçak! Pistten uçak kalkışı yapmışlar, duvarda bir deliğin içinde kayboluyor. Sonra karşı taraftan uçak iniyor! Gemi limana yanaşıyor filan. Anlatarak bitiremeyeceğim, en iyisi gidip görün.

He he buldum :)
Ama kuşkusuz en güzeli burada aradığım şeyi bulmam oldu. Beş senelik Alman tanışıklığımdan sonra biliyorum ki bu adamlar bira ve seks düşkünü. Acaba dedim, otların, ağaçların, ormanların ortasında sevişen tipler yapmışlar mıdır? Madem bu kadar ayrıntılı, kesin olmalı yani sevişgenler. Ve buldum!

Tabi tepesine eğilmiş üç tane ağacı makroda çekmeye çalışırken, yanımdaki adam "Ne yapıyor la bu?" diyerek ben çekildikten sonra hemen merakla aynı noktaya bakmaya başladı. Bir sonraki saniyede o da "Hey bakın burada sevişenler var!" diyerek aynı fotoğrafı çekiyordu. Yanda çıkarılmış ceket bile var, çalılara asılmış. Ayrıntılara bayıldığımı söylemiş miydim?


Miniatur Wunderland'dan çıktıktan sonra hostele dönüp eşyalarımızı aldık. Ve son durağımız olan Berlin'e doğru yola çıkmak için hazırdık.

18.06 Berlin Südkreuz trenine binip, tepesinde yazı yazmayan koltuklardan bulduğumuza oturduk. Rezervasyonsuzluk zor iş azizim.

Hostele gitmeden önce turizm infoya uğradık ve kadın bize S-Bahnlarda interrail biletinin geçerli olduğunu, ekstra bilet kullanmamıza gerek olmadığını söyledi. Tabi o noktadan sonra çok bir işimize yaramadı bu bilgi ama... Neyse, Charlottenbrug durağında inip, hemen durağın karşısında bulunan "Happy Go Lucky" isimli hostelimize gittik.


Böyle sevimli, gülümsemeli bir hostel burası. Yalnız kaldığımız en fakir hosteldi kendisi aynı zamanda. Hamburg'a kadar gittikçe yükselen bir grafik gösteren hostel lükslüğünden sonra, epey kötü geldi. Tabi ben yağmurda çamurda, çadırda dışarda da yatmış insan olduğumdan çok koymuyor. Hatta bence bir hostel olarak gayet de güzel, diğerleri otel gibiydi.


Yalnız bize en küçük kapılı odayı vermiş olmalarını da kınamadım değil. Hakikaten bütün kattaki en rezil kapı bizimkiydi.

Odamız altı kişilik yatakhaneydi. Dolayısıyla bir kişilik boş yerimiz vardı. Bakalım, kim o şanslı insan olacaktı?

Eşyaları bıraktıktan sonra şehirlilerin Ku'damm diye kısalttıkları Kurfürstendamm'a dolaşmaya gittik. (Buradan "bei dem"i "beim" olarak kısaltıyorlar diye "Sehr ekonomisch!" diyen matematik hocam Langrock'a sevgilerimi gönderiyorum.)

İyice gece çöktükten sonra hostelimize dönmeye karar verdik. Hostelin yakınlarında 24 saat açık bir market bulduk. Rus marketiymiş, mafya olduklarından şüpheleniyoruz. İçerde biraz dolaşıp, hiçbir şey almadan hostele döndük.

11. gün: İnterrail biletimizde gün kalmamalı!

Hamburger Rathaus
8.30 gibi kalktık ve Hamburg merkeze gittik. Miniatur Wunderland'dan ertesi güne beş tane bilet alıp biraz merkezi dolaşalım dedik. Meşhur Hamburger Rathaus'a gittik biz de.

Rathaus Avlu
Ben daha önce bir kere Hamburg'ta bulunmuştum. Orada geçirdiğim 10 gün, hayatımda gerçekten eğlendiğim zamanlardan bir kısmıydı. Ama Hamburg aslında gezmek için çok da mükemmel bir şehir değil. Yine de her zaman bir şehirden zevk alabilirsiniz: Benim için Hamburg 15 yaşındaki bir kızın anne babası olmadan yurt dışına ilk kez çıkışı anlamına geliyordu mesela. O yüzden olsa gerek, bu şehrin yeri bende bir başkadır.

Her neyse önce Apple Store'da kendimizi internete kaptrıp, sonra Nivea Haus'a şöyle bir bakındık. Ki burada Nivea'nın saçma sapan bir sürü ürünü var ve hayır kremlerden bahsetmiyorum, alakasız ürünlerden bahsediyorum.

Ve interrail biletimizde kalmış bir günle ne yapmamız gerektiğini düşündük. Evet, 3 gün harcamıştık, Berlin'e gidiş için bir günü çıkardığımızda elimizde fazladan bir gün kalmıştı. Biz de yakındaki şehirlerden birine gitmeye karar verdik: Bremen.


Tabi ki Bremen'e vardığımızda öncelikle garın önünde fotoğraf çektirmek istedik. Bir ablayı gözüme kestirdim, ufak ufak yaklaşıp "Pardon bir fotoğrafımızı..." dememe kalmadan abla "Nein!" diyerek uzaklaştı benden. Epey rencide olduğumu söylemeliyim. Makineyi Başak aldı, bir
başkasına sordu ve ritüelimizi gerçekleştirmiş olduk.



Bu arada Hollanda'da sadece trenle Hamburg'a geçerken görmüştük ama Bremen'de yel değirmeni bulduk! Fotoğraf çektirmeyi ihmal etmedik, tabi yağmur yağdığı için fotoğraf biraz... tövbeestağfirullah bir şey oldu.




Ah ama o nasıl yağmaktır sayın seyirciler! Bir yerde çatıları vs çekeyim derken, bir de bakmışım yağmuru çekmişim.



Bremen tıpkı Brugge gibi küçücük bir şehir. Şehrin en önemli eseri de ufacık, minicik Bremen Mızıkacıları heykeli. Onu da görüp fotoğraf çekildikten sonra şehirde yapabileceğimiz hiçbir şey kalmamıştı. Yani aslında görülecek 20 kadar hadise var ama hepsi 1 km yarıçapında bir alanda olduğundan, elinize geçen ilk haritadan kendinize bir plan yapabilirsiniz. Zaten bu görülecek şeylerin yarısı da heykel. O yüzden Bremen'e çoooooook yavaş bir yürüyüşle 4-5 saat veriyorum ben.

Bu noktadan sonra geri dönmekten başka seçeneğimiz yoktu tabi. Ama sen tut, dönmeden hemen önce girdiğin dükkanda şemsiyeni unut. Hem de bol yağış alacağı kesin olan bir bölgede... Bir de utanmadan bunu trenden indikten sonra fark et. Dedim nasılsa bir saat, gider geri alırım. Sonra kızların da haklı argümanlarıyla 3-5 liralık şemsiye için iki saat yol tepmenin mantıksız olacağına karar verdim.


Bremen'den döndükten sonraki durağımız Hamburg'un Red Light'ı olan Reeperbahn oldu.

Tahmin edebileceğiniz gibi gündüz vakti pek de bir şeye benzemiyor. Perdeleri kapalı bir cadde. Reeperbahn
üzerinde en hareketli sokak Große Freiheit (Büyük Özgürlük) sokağıymış, bu da aklınızda bulunsun.


Große Freiheit'ın hemen önü de Beatles Platz. Beatles çerçeveleri yapmışlar, herkes içine geçip poz veriyordu. Biz de eksik kalamazdık.

Not: Basçı olmayı tercih ettim, çünkü basçı kızlar çok taş oluyorlarmış. (Erkekler arasında yaptığım anketlerden çıkan sonuç bu.)


Ardından yine karnımız acıktığından Fischmarkt'a giderek ekmek arası balık yiyelim dedik. Ama nedense bulamadık balıkçıları. Neyse zaten ben daha önce yemiştim. Bu arada o sahil yolu üzerinde İkinci Dünya Savaşı'ndan kalma bir U-Boot var, girmek isterseniz aklınızda bulunsun.

Sağdaki de yine aynı yol üzerinde bir ev. Üzerinde şöyle yazıyor: "Kriz kapitalizm, kapitalizm savaş demektir."

Fischmarkt'ı bulamayınca önceki akşam hostelin resepsiyonundaki çocuğun önerdiği restoranlardan birine gitmeye karar verdik: Schweinske. Ağırlıklı olarak domuz yemekleri yapan bir yer olduğu adından belli tabi (schwein: domuz) ama az sayıda domuz olmayan ürünü de vardı diye hatırlıyorum. Fiyatları oldukça öğrenci işiydi, o yüzden tercih ettik. Altona'da, kaldığımız hostele çok yakındı.

Mekanda beni tavlayan şeylerden birisi de sağda görmüş olduğunuz tavan süslemesiydi. Yemek boyunca sık sık kafamı kaldırıp baktım.

Yemekten sonra Selene ve ben hostele döndük. Selene yorgundu, benim de kalçamda nereden geldiğini bilmediğim bir ağrı vardı. Gözde, Başak ve Cansu biraz daha yürüyüp şehri keşfetmek istediler.

Hostele döndüm. Bir saat ya geçti, ya geçmedi; duştan çıktım bir de baktım kızlar da dönmüş. "Daha geç gelirsiniz sanıyordum, hayırdır?" diyince Cansu'dan şu cevabı aldım: "Öyle aheste aheste yürüyorduk. Kendimizi birden Reeperbahn'ın ortasında bulunca ilk bulduğumuz metro istasyonuna girip geri döndük." Epey güldük.

Bir süredir hatırlatmıyorum; ama günlüğümü günü gününe tutmayı da unutmadım hiç! Siz de unutmayın. :)