1 Ağustos 2012 Çarşamba

9. gün: Yoldan geçen Amsterdamlı'yı eve çağırıp fotoğraf çektirmek

12.50'de hala kahvaltı masasındaydık. İdil Abla'yla kahvaltı ettiğimizden bu sefer, daha da uzun oturup muhabbet ettik epey. Sonra İdil Abla'nın deyimiyle "Amsterdam Türk kız yurdu"nun da bir fotoğrafını çektik.

Bu fotoğrafı çekerken zamanlayıcı kullandık ama Amsterdam'a geldiğimizden beri aklımızda olan bir şey vardı: Amsterdamlılar o kadar yardımseverdi ki, sokaktan birini eve "Bir fotoğrafımızı çeker misiniz?" diye çağırabilirdik.
Bloemenmarkt

Evden epeyce geç çıktık. Önce Tours&Tickets'a uğrayıp Heineken Experience için bilet aldık 15 Euro'ya. Daha sonra İdil Abla'nın da önerisiyle Bloemenmarkt'a gittik. Bilirsiniz işte lale soğanları satıyorlar. Bir sokak boyunca, aslında kanala demir atmış bir sürü yüzer dükkan. Sokağın karşısında da kaçınılmaz olarak hediyelikçiler var. Bir de peynirciler tabi.

Evet, doğru anladınız. Bir saat boyunca hediyelikçilerde oyalandık ve yine peynir tadarak karnımızı doyurduk.

Torture'dan Iron Maiden
Daha sonra, sırf adı ilgimizi çektiği için Torture Museum'a girmeye karar verdik. 7,5 Euro bayıldık küçücük bir müze için. Hiç gerek de yokmuş. Çoğu bildiğimiz şeyler olan işkence aletlerini koymuşlar, ortalık da loş olduğundan... Arkada da böyle müzik... Yazılar yazılar yazılar sonra. Bu kadar yani.

Heineken Bira Fabrikası
Torture'dan çıktıktan sonra Heineken Experience'a yetişmek için hızlı hızlı hareket ettik. Son giriş 17.30'daydı. Şimdi şu "deneyim"den bahsedeyim biraz... 15 Euro karşılığında deneyime katılma ve iki bira alma hakkınız oluyor. Neyse girdik biz Heineken'ın fabrikasına. Aslında uzun uzun anlatmak isterim; ama tabi ki anlatmayacağım. Çünkü o kadar güzel bir yerdi ki, hepsini yaşayıp görmenizi isterim. Tek bir ayrıntı verebilirim çünkü inanılmaz hoşuma gitti. Bira tadımı esnasında barmenimiz "Hadi şimdi biramızı dinleyelim, duyabiliyor musunuz?" diyip, hepimiz biraları kulaklarımıza dayadıktan sonra müziği açtı. "Evet, bu partinin sesi. Çünkü bira parti içkisidir." diyerek beni benden aldı.

Selene ve ben
Bunun bir de videosu var ki,
Cansu'yu kahkahalara boğmuştur :)
Bütün fabrikayı dolaşıyorsunuz, size Heineken ailesinden, Heineken sembolünün bugünlere gelişine; biranın içindekilerden, bira yapımına kadar her şeyi anlatıyorlar. Gram sıkılmadım ama. İçerde fotoğraf çekilmelik, video çekmelik, karaoke yapmalık, bira doldurma oyunu oynamalık bir sürü bir sürü makine var. Çıkıştan hemen önce de bir bar yapmışlar. Girişte verilen bilekliklerdeki iki düğmeyi vererek iki bira alıyorsunuz 25'lik.

Bira içmeyi sevmem. Tadıdır, rengidir, görünüşüdür... Sevmem işte. Heineken bana birayı sevdiren yerdir. Adamların 15 Euro'muzu aldığı yetmiyormuş gibi bir de bizi kendilerine bağladılar resmen. Gezinin kalanında sadece Heineken içtik. Ne gezinin kalanı, İstanbul'a geldim hala Heineken içiyorum.

Biletleri alırken söylememişlerdi ama aslında üç hakkımız varmış. Üçüncüsü de ya kanaldan Brand Store'a gitme ya da Brand Store'dan bir hediye hakkı. Tabi ki Brand Store'a kadar yürüdük ve düğmeyle hediyeyi aldık. Nerede beleş... :) Hediye de RayBan'ın pilot tipi gözlüklerden çıkmasın mı? Buradan "Interraile gözlüksüz gidiyorsun kızım, aferin." diyen anneme selam ederim. Havadan 3 numara, yüksek korumalı gözlüğüm oldu. Gerçi biraz büyük. Hamburg fotoğraflarımda göreceksiniz.


Sonra geri dönüş yolculuğumuz başladı. Ertesi gün Gözde'nin doğum günü olduğundan, ona çaktırmadan pasta almaya karar verdik. Başak'a oyalama görevini verip; Cansu, Selene ve ben bir pasta seçtik.

Daha sonra Amsterdam'a geliş amacımızı gerçekleştirdik: I AMsterdam'da fotoğraf çektirmek. Öncelikli amacımız, bizi garda "Sterdam Centraal" yazısıyla çeken adama ithafen Amsterdam yazısını ikiye bölerek çekilmekti tabi ki. Buyrun pozlarımız...



Tabi bir sürü fotoğraf çektirdik, ve bizim fotoğraflarımızda kimse olmasın diye beklemekten canımız çıktı. Bu süreçte de sürekli Türkler gelip gitti. Bir de millet harflerin tepesine çıkıp  durduğu için Selene çok kıskandı ve sağdaki fotoğrafta sonucu görüyorsunuz.

Bir sonraki adım her gün iki kez Tiki'yi gezmeye götürdüğümüz Vondelpark oldu. Zaten evin yakınında olduğundan, bir uğrayıverelim dedik. Evet, Selene'nin elinde pasta var ve Gözde eve ekmek aldık sanıyor.
Eve döndük, yemek hazırladık. Bu sırada Tiki'yi taciz etme konseptli bir sürü fotoğraf çektirdik. Üç günde birbirimize o kadar alışmıştık ki...

Tiki'nin çok tatlı bir huyu var. Bir gün Cansu'yla beraber Tiki'yi dolaşmaya çıkardık. Ben bisiklet ağrılarım yüzünden doğru düzgün yürüyemiyordum. Biraz geride kaldığımda Tiki de durup beni bekliyordu. Beraber dışarı çıktığı herkesin döndüğünden emin olmadan eve girmiyordu. Ya da onu evde bırakıp bir yerlere gittiğimizde, geri döndüğümüzde hepimizin gelip gelmediğini anlamak için kontrol ediyordu.

İdil Abla'da geldikten sonra yemeklerimizi yiyip, Gözde'nin sürpriz pastasını sofraya koymuştuk ki kapı çaldı. Ertesi sabah İdil Abla'da iş için Arjantin'e gideceğinden, Tiki'yi ve eşyalarını Rob adındaki bir arkadaşına bırakması gerekiyordu. Çok kısa bir süre görmüş olsak da Rob'u çok sevdik. Çünkü o akşam Amsterdam'da bir başka hayalimizi gerçekleştirdi: Yoldan geçen Amsterdamlı'yı eve çağırıp fotoğraf çektirmek... :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder