20 Temmuz 2012 Cuma

1. gün: Paris, here we came!

Sabah annemlerle Sabiha Gökçen'e gidip kızları bekledim. Onlar da geldiğinde hep beraber check-in yaptık. Uçağımız 10.35teydi. Paris'e gidiyordum! PARİS! Uçakta biraz uyudum, biraz Paris hakkında bir şeyler okudum, biraz atıştırdım. Üç saate yakın sürdü yolculuk ve Paris'te bizi yağmur karşıladı.

Başak'ın buna yorumu: "Yağmurla başladık, çok şanslıyız!" oldu. Haklı olup olmadığını görmek için önümüzde 14 gün vardı. Uçaktan inip pasaport kontrollerinden geçip, tuvalete gittikten sonra ilk yaptığımız şey turizm info'ya uğramak oldu. Bundan sonra her geldiğimiz şehirde ilk yapacağımız şey de bu olacaktı zaten.

İnfodan iki şey aldık. Birisi üç günlük müze kartı olan Paris Museum Pass, ötekisi toplu taşımada kullanacağımız üç günlük Paris Visit kartı. Daha yurt dışına çıktığımız ilk anda cebimizden 60,60 Euro çıkıverdi. Biraz telaşlandım. Yanıma aldığım para bu hızla gidecekse, yetmeyebilirdi.

Clichy'deki Léo Lagrange Hostel.
Clichy'deki Léo Lagrange Hostel
Turizm infodan sonra doğruca hostelimize gittik.
Orada ben Selene'yle nihayet tanıştım. Hostele depozitosu hariç 68'er Euro ödedik üç gece için.

Beklediğimizden çok daha güzel bir yerle karşılaştık. İnternetteki yorumların kötülüğü bizi korkutmuştu ama odaya girince Avrupalı insan standartlarının çok yüksek olduğuna karar verdik. Hatta aynen şöyle dedik: "En kötü yorum alan burasıysa, diğer kalacağımız yerlerin beş yıldızlı otel filan olması lazım." Ayrıca en yakın metro istasyonuna da beş dakika uzaklıktaydı.

Beşimizi aynı odaya vermişlerdi. Zaten oda da beş kişilik olduğundan epey rahat ettik. Odada bir de kilitlenebilir dolap vardı. Ona da gitmeden önce çantaları doldurup, kapısında bir asma kilit astık.

Hostele yerleştikten sonra Brüksel'e gidişimizi planlamak için Gare du Nord'a doğru yola koyulduk. Abartmıyorum bütün infolar, bütün gişeler, bütün insanlar bizi bir sonraki gişeye yönlendirdi. Keşke en başından "En sondaki uzun sıraya gireceksiniz." deselerdi. Sadece interrail yapanlara ayrılmış bir bölüm vardı, orayı bulduktan sonra yaklaşık bir saat boyunca sırada bekledik. Sıra bize geldiğinde gişedeki kadın Brüksel'e Gare du Nord'dan sadece hızlı tren olduğunu, onun için 30 Euro'ya rezervasyon yaptırmak zorunda olduğumuzu, eğer diğer gara gidersek oradan 5 Euro'ya trene binebileceğimizi söyledi. Kararsız kaldığımız için gişenin önünden çekildik. Keşke çekilmeseymişiz, çünkü aynı sıraya tekrar girip bir saat daha beklemek zorunda kaldık. Bu sefer başka bir gişeye denk geldi sıramız. Oradaki adam diğer gara da gitsek şu an rezervasyon ücretinin 26 Euro'ya çıktığını söyleyince hiç uğraşmayıp 30 Euro hızlı tren rezervasyon parası verdik. İçimize de oturdu bir güzel. Adam giderken bizi Türkçe olarak uğurlama tatlılığını gösterdi. 

Garda çok zaman kaybetmiştik, acilen dışarı çıkıp temiz hava almamız ve şehri keşfetmeye başlamamız gerekiyordu. Bir de su almamız tabi...


Bundan sonra dedik, yürüyerek etrafı keşfedelim, yönümüz de Eiffel'e doğru olsun. Açtım haritayı ve gezinin kalanında harita okuma işini üstlendim. Rue la Fayette üzerinden yürüyüp Opera binasını keşfettik. Oradan Seine nehrine doğru yardırıp Concorde'u gördük. Seine kenarına vardığımızda artık Eiffel'in ışıkları yanıyordu. Bir sürü fotoğraf çektirdik ama bu sırada saatin kaç olduğunu unutmuştuk. Kendi ülkemizden epey kuzeyde olduğumuzu ve havanın daha geç karardığını da...



Eiffel'e kalan yolumuz tam bir koşuşturmaca içinde geçti. Saat 22.50 gibi vardık. Kapanmadan biraz önce yani.

Eiffel'e vardığımızda ise bizi yine uzuuuun bir sıra bekliyordu. İnterrail ne diye sorsanız o gün size vereceğim cevap "sıra beklemek" olurdu. Üstelik Eiffel'in sırası o kadar çok dönüyordu ki (hani şu yılan yapan sıralardandı), bir süre sonra başımız dönmüştü. Sabahtan beri adam gibi bir şey de yememiştik. Cansu sıranın yakınındaki patatesçiye aç gözlerle bakmaktaydı.


Sırada beklemekten o kadar çok sıkıldık ki bir süre sonra fotoğraflar çekip, sıradaki insanlar hakkında dedikodu yapmaya başlamıştık bile. Neyseki sonunda sıra bize geldi. Öğrenci olduğumuz için 7 Euro ödeyerek biletlerimizi aldık. Buna asansör kullanımı da dahildi.

İkinci kata çıkıp fotoğraflar çekildik bir sürü. Ne yazık ki burada paylaşamayacağım çünkü makinem sıradan bir dijital makine olduğu için gece çekimlerim çok iyi değil. Kızlarda benim birkaç fotoğrafım var, onlara da gerek yok. Umarım hepiniz bir gün Eiffel'e çıkıp manzarayı kendi gözlerinizle görürsünüz. :)


Yandaki de her saat başı beş dakika süreyle yapılan ışık gösterisinden bir kare. Videosu da var ama dediğim gibi: İnşallah kendi gözlerinizle görürsünüz.

Neyse saat oldu 00.30. Biz açız, patatesçi kapanmış. Hemen yakındaki büfeden birer sandviç alıp büyük bir oburlukla yedik. Bir başka büfeden de su alıp (inanılmaz fiyatlara tabi), bir güzel içtik. Bundan sonra geri dönüş yolculuğumuz başladı. Metroya giderken yolda rastladığımız bir Parisliden yardım istedik. Kendisi İngilicesi iyi olmadığından bize "Follow me!" tarzı bir söylemde bulundu. Biz de beş kız, bir adamın peşine düştük. Bizi bir metro istasyonunun yanından geçirdi, biz inmeye çalışınca da "No no! We're going to the other one!" dedi. Neler olduğunu sorgulamaya başladık tabi. Neyse gittik adamın peşinden, istasyona girince de kaçtık. Meğer adamın bir bildiği varmış. O saatten sonra metro değil, sadece banliyö hatları çalışıyormuş. O yüzden bizi diğer istasyona yürütmüş. Son banliyöye binip, hostelimize geri döndük.

Odamıza girdik. O da ne? Benim yatağımda biri yatıyor! Gözde'nin yatağında da biri yatıyor! Yok artık! Kızlara dedik burası bizim, parasını ödedik. Binbir özür dilediler, halbuki suç tamamen resepsiyonda duran adamındı. Kızlar aşağıya çarşafları değiştirmeleri için haber vereceklerini söyleyince bir sevdim onları anlatamam. Ama beklemeden biz de inip yeni çarşaflar istedik. Zaten yorgunum, açım ve susuzum; kimsenin keyfini çekecek halim yok. Kendi işimi kendim halledeyim dedim.

Günü böyle bitirip (ve tabi ki günlüğümü yazıp) yattım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder