21 Temmuz 2012 Cumartesi

2. gün: Louvre ve d'Orsay'ı aynı gün gezme hatası

Sabah 7'de kalktım. Aklımdan zorum olduğu için sabahları duş alırım, kızlarla beraber hazır olabilmek için de onlardan yarım saat önce kalkıyordum. Ve o gün duşta, hostele yapılan yorumların hakkını verecek bir şey gördüm: Kırmızı bir prezervatif.

Hiç umursamadan duşumu alıp, kızlara katıldım. Kahvaltı dahildi, biz de öğle yemeğini de çıkaracak şekilde sandviçler hazırlıyorduk. Bundan sonraki günlerimiz de tamamen böyle geçti. Hostel kahvaltıları genelde aynı şeylerden oluşuyor: Ne idüğü belirsiz jelimsi reçeller, krem peynirler, tereyağı, ekmek (ki Fransa sınırlarında bu baget, Almanya sınırlarında ise brötchen anlamına geliyor), sallama çay, kahve, süt, mısır gevreği. Bir domatese, bir salatalığa, bir zeytine bu kadar ihtiyaç duyacağımı hiç tahmin etmezdim.


Biz Türkler kahvaltıyı inanılmaz güzel yapıyormuşuz, onu fark ettik. Bazen masamızı öyle bir donattık ki, herkes bize garip garip baktı. Daha çok "Beş kız bu kadar yemeği nasıl yiyecek acaba?" bakışlarıydı bunlar. Kahvaltı dediğin krallar gibi yapılır arkadaş! Saatlerce kahvaltı yapılabilir! Öyle bir tane muz, bir tane kahveyle kahvaltı mı olur?

Her neyse, saat 10.30 gibi Louvre'a vardık. Museum Pass'ımız sağ olsun, hiç beklemeden içeriye girdik. Önce beraber ilerliyorduk, baktık olmayacak 15.00'te buluşmaya karar verip dağıldık.



Mona Lisa'nın önündeki inanılmaz kalabalık
Tek başıma saatlerce dolaştım. Bir sürü fotoğraf çektim. Hızlı da gezdiğimden, bütün Louvre'u dolaştım diyebilirim. Aklında ne kaldı diye soracak olursanız, epey bir şey derim. Bir tabloya saatlerce bakmadım ama Mona Lisa'nın yakınına gidip fotoğraf çekilmek için bir sürü adamı dirsekledim. İngilizce'si olmadığı için yazanlardan hiçbir şey anlamadım ama en üst kata çıkan, günde tahminim 10 kişinin kullandığı köşede kalmış merdivenler buldum. Napoleon'un yaşadığı yerlere de girdim, bulduğum her delikten kafamı sokup avluya da baktım. Elimdeki On Adımda Paris (Dost Kitabevi) kitabının önerdiği her eseri gördüm.

Kimsenin gitmediği yerdeyim :)


Ama sonra saat 15.00 buluşma için çok geç geldi. Sadece Başak ve Cansu'ya mesaj attım, elbet Selene ve Gözde'yi görürler diye. Buluşma saatini 14.00 yaptık. Ki zaten geç kalmalar, sandviç yemeler ve fotoğraf çekilmelerle Louvre'un avlusunda kalışımız saat 15.00'i buldu.

Bu arada Türkler gerçekten her yerde. Tam fotoğraf çekilirken bir abla gelip, "Beşinizi birden ben çekeyim hadi." diyerek gönlümüzü fethetti.





Bundan sonraki durağımız Notre Dame oldu. Yürüyerek gittik. Pont des Artes adındaki şimdilerde Aşıklar Köprüsü olarak bilinen, üzerine sevgililerin kilitler taktığı meşhur köprüden geçtik. Ve köprüde kesinlikle aşık olduğum bir manzara vardı: Sokak müzisyenleri. Avrupa'nın her yerindeler ve mükemmeller! Pont de Artes'dakiler de bir soprano saksafon, bir kontrbas ve bir akustik gitardan oluşan bir gruptu. Canlarım benim. Muc.


Notre Dame'a giderken yol üzerinde bir sürü ikinci el kitap satan tezgahlar vardı ve sundukları manzara çok güzeldi. Orada biraz daha oyalansak hiçbir yere gidemeyecektik. Tekrar Notre Dame'a çevirdik burnumuzu. Önündeki sıra inanılmaz uzundu. Girip beklemeye başladık. Selene ve Başak ortalıkta yoktu, nasılsa gelirler diyerek bekledik. İçerisi çok güzeldi tamam ama bizim görmek istediğimiz asıl yer yukarısıydı. Quasimodo'nun çaldığı büyük çanı görmek istiyorduk. Gargoyleları görmek istiyorduk.


Çıkıp uzun bir sıra daha bekledik. Güvenlik nedeniyle yukarı belirli sayıda insan alıyorlardı. Sonra uzun bir tırmanış başladı.

Ama değdi. Ben hayatımda bu kadar gotik ve bu kadar güzel başka manzara görmedim. Tamam her şehrin kendince güzellikleri var, her şehir bir başka ama ben Notre Dame'ın kendi sunduğu manzaradan bahsediyorum. Bina o kadar güzeldi ki, resmen aşık oldum. Havanın bulutlu olmasının da bu etkiye katkısı olabilir, ondan tam emin değilim.



Kulenin en tepesine çıkabilmek için bir bekleme faslı daha yaşadık. İnterrailin daha ikinci günündeyiz ama 15 kez sıra beklemişiz gibi geliyordu. Yukarda da kısa bir gezinti yaptıktan sonra aşağıya indik.




Bizimle kuleye çıkmayan Başak ve Gözde'de Saint Chapelle kilisesine gitmişlerdi. Ne yazık ki biz kapandığı için gidemedik. Daha önceden karar verdiğimiz gibi Musee d'Orsay'da buluştuk.




d'Orsay hayatımda gördüğüm en düzensiz müze. Bunu bir müzecinin kızı olarak söylüyorum, temelim var yani. Oradan oraya gitmekten, aynı odaları gereksiz yere geçmekten, bir de günün yorgunluğundan ayaklarım koptu resmen.


Perşembe günü olduğu için uzun uzun gezme fırsatımız oldu çünkü müze perşembeleri 21.45'te kapanıyordu. Biz de müzeyi gezmeyi bitirip, kapanana kadar içerde oturduk.




Keşke oturmasaymışız. Restoran arayışına girdik. Louvre'un orada ya da bizim deyişimizle "Carrousel Mevkii"nde bir restoran bulmuştuk ki, garsonlar gelip kapattıklarını söylediler. Bize ucuz başka bir yer önermelerini rica ettik ve iki dakika uzaklıktaki bir İspanyol lokantasında yemek yedik. O kadar yorgunduk ki, resmen restorandakiler bizi kovana kadar orada kaldık.



Artık tek istediğim, metrolar bitmeden hostele geri dönmekti. Ve tabi yatağımda yatan birilerini bulmamak. Çok şükür bulmadım da. Odaya girince ilk yaptığım şey kendimi yatağa bırakmak oldu. Günlüğümü yazıp, yattım.

2 yorum:

  1. aslında keşke resimleri küçük koymasaymışsın

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yazılarım uzun olduğu için görünüş olarak küçük resim koymayı tercih ettim ama üzerine tıklarsanız büyük olarak da görebilirsiniz. :)

      Sil