30 Temmuz 2012 Pazartesi

7. gün: Amsterdam! Sen mi rahatsın, ben mi?



Geç kalktık. Evdeyiz ya, onun verdiği bir rahatlık var üzerimizde. Kahvaltıdan sonra markete gidip, üç gün boyunca ne yiyeceksek almaya çalıştık. Sonra biraz hasta olan Başak'la beraber bütün malzemeleri eve gönderip, biz gezmeye gittik. Daha doğrusu bisiklet kiralamaya gittik. Karşılaştırma açısından bir örnek vermem gerekirse, 3 saat kiralama için ödediğimiz ücretler şöyle: Bireysel bisikletler 8 Euro, tandem (ikili bisiklet) 15 Euro. Bisiklet kiralamaya gittik ama ufak bir sorunumuz vardı: Ben bisiklete binmeyi bilmiyordum. Ne yapalım, ne yapalım? Bir tane ikili bisiklet aldık biz de, önde Cansu arkada ben.

Saat 14.00'te bisikletleri kiralamış, evin çok yakınlarında olan Vondelpark'ta gezmeye çıkmıştık bile. Bu Avrupalıları asla çözemeyeceğim. Park diyip duruyorlar ama aslında şehirlerinin içinde ormanlar var. Tamam balta girmemiş değil ama ağaçlar o kadar sık ki, içeriye güneş girmiyor. Dolayısıyla parkta hava şehrin geri kalanından bir iki derece daha düşük. Merak ettiğim bir nokta daha var: Bu adamlar işsiz mi yahu? Hangi gün, hangi saat olursa olsun; parkın içerisinde gerek koşan, gerek bisiklete binen bir sürü insan vardı. Hani bir salı günü, iş vaktinde o insanların orada ne işi olabilir?

Cansu, ben, tandem ve Vondelpark
Neyse... Vondelpark'ta bir süre takıldık. Cansu önde (arkasında kaçınılmaz olarak ben), arkada Selene ve... Gözde nerede peki? Cansu o kadar hızlı sürüyordu ki, arkadakileri kaybetmeyi bırakın kendi bacaklarımın bile nerede olduğunu bilmiyordum. Rüzgardan buz kestim resmen. Tabi Gözde bu hıza dayanamayıp epey geride kalmıştı ve Vondelpark'ın içerisinde birbirimizi kaybetmiştik.

Daha sonra Gözde gezinirken yanlışlıkla çıktığımız sonra geri girdiğimiz kapının orada olduğunu söyleyen bir mesaj attı. Biz de geri dönüp Gözde'yi bulduk. Yalnız, Gözde bizim daha önce çıktığımız kapıda değil, tamamen farklı bir kapıda bizi bekliyordu. Oradan geçmemiz bayağı güzel bir tesadüf olmuştu yani.

Tabi bir süre sonra parkın içerisinde gezmek fazlasıyla sıradan geldi ve merkeze gitmek istedik. Parkın dışına çıktık. Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik. Ama hiçbir yerde merkeze nasıl gideceğimize dair bir tabela göremiyorduk. İşin daha kötüsü, aynı anda hem bisiklete binip hem de haritaya da bakamıyorduk.

İçimden bir ses, çok başka yönlere gittiğimizi söylerken, Cansu'nun içindeki ses "Ya merkez, ya ölüm!" diyordu. Sonuçta bisikletimizin gidonu Cansu'nun elindeydi. Ben sadece arkada oturan kızdım. Ama içimdeki ses, sonunda dışarı çıktı. "Cansu biraz daha gidersek Brüksel'e çıkacağız bak."

İçimdeki ses doğruyu söylemişti. Gerçi konuşanın içimdeki ses mi, yoksa 20 senedir hiç iki saat boyunca bir selenin üzerinde oturmamış olan popom mu olduğundan tam emin değilim. Sonuçta doğru konuşuyordu. Ufaktan sanayi bölgelerine sızmaya başlamıştık.

Geri dönmeye karar verip, yolu soracak birilerini aradık. (Doğru tahmin, bulunduğumuz yer elimizdeki haritada yoktu.) Yolda da kimse kalmasın mı? Geldiğimi yöne dönüp biraz geri gittik. İnsanlara rastladıkça "Vondelpark'a nasıl gideriz?" diye sorduk. Bize verdikleri cevap "Aaaa evet, orası buradan biraz uzak." oldu. Herkes çok yardımsever bir şekilde yolu tarif etti.

Bisikletler ve kanal
En son bir çocuğa denk geldik. "Pardon! Pardon!" diye seslendik ama resmen yüzümüze bakmadan geçip gitti. Amsterdam'da böyle bir şey nasıl olur anlamadan, çocuğun arkasından epey bir sövdük. Kulakları iyi çınlamış olacak ki, geri dönüp "Bana mı seslenmiştiniz, özür dilerim anlamadım, buyrun?" dedi. Tekrar medeniyetle şok olmuş bir şekilde yol sorduk. Bu sefer aldığımız cevap çok güzeldi: "Buradan bisikletle 3 dakika."

Selene'nin analogundan
Saat 16.00'da evde olacağımızı söylemiştik Başak'a (böylece eve gittiğimizde yemeğimiz masamızda olacaktı, keh keh) ama 16.00'da bisikletleri daha yeni teslim ediyorduk. Bisikletleri verip, on beş dakika yürüdükten sonra evimize vardık. Tiki bizi kapıda karşıladı. Başak'ın hazırladıklarını yedik, biraz oturduk. Tabi ki bize yanlış yola gittiğimiz söyleyen popom bu oturma eylemi esnasında isyan bayrağını çekti. Haklıydı, bir şey demiyorum. Saat 18.00'de tekrar sokaklara düştük.

Evler yamulmuş mu yamuk mu inşa edilmiş?

Açtım haritayı, bir yol belirledim. Kanallardan geçe geçe yürüdük. Sokakların ve o meşhur eğik evlerin fotoğraflarını çektik. Sonunda Amsterdam'ın da meydanına vardık: Dam Square. Ve orada olmaması gereken bir yazı gördük: I AMsterdam. (Normalde Museumplein'da olması gerekiyordu) Ama o kadar kalabalıktı ki, fotoğraf çektirmedik. Ertesi sabah gerçekten erken gelip çektiririz dedik. Gerçekten erken dediğim de 7'de orada olmak filan.

Kontrbaslı abi
Dam Square'ın iki önemli özelliği var: Yan kesicileri ve sokak müzisyenleri. Benden kaçmaz, biliyorsunuz. Ve orada hayatımda izlediğim en güzel sokak gösterisini izledim. Hatta o kadar beğendim ki iki şarkılarını videoya aldım ama o sırada 4 GBlık SD kartım doldu. Ben de pasaport çantama koyduğum 2 GBlık kartı aradım ama kendisini daha önce başka bir yerde kaybetmiştim anlaşılan.

Favorim: Mood Sellers :)
Çocuklar gösterilerini bitirince ara sokaklardan birine girip Tours&Tickets adlı firmayı bulduk. Çeşitli turların fiyatlarını sorduk. En çok ilgimizi çeken "Heineken Experience" oldu. Bir sürü soru sorup, bir sürü şey öğrendikten sonra oradan da ayrıldık ve bu sefer başka sokaklardan geçerek eve döndük.

Özetle: Tam olmasa da bir Amsterdamlı gibi davrandık o gün. Markete filan gidip, alışveriş yaptık. Daha ne olsun?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder