29 Temmuz 2012 Pazar

6. gün: Brugge'u kartpostal yapıp evime göndereceğim

İnterrailimizin 6. gününün planı şöyleydi: Sabah ilk trenle Brugge'a gidecektik, 18.22 Brüksel-Amsterdam trenine binecek şekilde de Brüksel'e geri dönecektik.

Dolayısıyla sabah epey erken bir kalkış gerçekleştirdim. Kızları da 7.00'de uyandırdım. (Sabahları duş aldığım için uyandırma görevinin bende olmasından daha önce bahsetmiştim sanırım.) 7.15 gibi hepimiz hazır ve kahvaltıdaydık. Kahvaltıdan sonra çantalarımızı bavul odasına kilitleyip Gare du Centrale'ye gittik.


Brugge trenleri saatte 2 kezdi. Saat başı ve 21 geçe. 8.21'deki trene yetiştik ve bir saatlik tren yolculuğundan sonra Brugge'a vardık.


Geleneksel "Gar önünde fotoğraf çekilmece"mizi gerçekleştirdikten sonra ilk işimiz turizm infoyu aramak oldu. İnfo tabelalarını takip ede ede en sonunda garın dışına çıktık. Baktık bu iş böyle olmayacak, dedik bari merkeze gidelim. Orada elbet turizm info vardır. Tam iç güdülerimize güvenerek merkeze gitmeye karar vermiştik ki, yol üzerindeki panolarda Brugge'un haritasını bulduk. Oradan kendimize bir ana cadde belirledik. Ama iç güdülerimiz yine bizi ele geçirdi ve o ana cadde yerine solda görmüş olduğunuz yeşil alanın içerisinden gitmeye karar verdik. Doğayı severiz, yeşili koruruz. Brugge çok büyük bir şehir olmadığı için tabi ki kaybolamadık. Sadece farklı bir yoldan merkeze gitmiş olduk.



Sokakları seyrede seyrede yolumuza devam ettik. Sonra gözümüze bir yazı çarptı: Kanal Turu. Ne olacak, yapalım bari diyerek içeri girdik. 7.60 Euro olan kanal turunu bilet satan abla bizim için "grup indirimi" adı altında 6.40 Euro'ya indiriverdi. Canım, yerim.


Böylece yarım saat sürecek kanal turumuz başlamış oldu. Bütün şehir birbirinin aynı olduğundan, çok fotoğraf koymaya gerek görmüyorum.

Madonna - Michelangelo

Our Lady'den bir başka kare
Turu tamamladıktan sonra geldiğimiz sokaktan devam ederek Our Lady Church'e girdik. Kilisenin özelliği içerisinde Michelangelo'nun Maddonna'sını barındırması.





Bir tek dileğim var; mutlu ol yeter.
Brugge'un yolları taştan
Yine birbirinin aynısı evlerin önünden geçe geçe bir başka kiliseye vardık. Sint-Salvatorskathedral'de Cansu'yla artık gelenekselleşmiş olan "Para vermek gönüllüymüş, o zaman para vermeden bir mum yakalım" adlı ayinimizi gerçekleştirdikten sonra Brugge'un Grote Markt'ına vardık. Tabi öncelikli olarak "Yine mi?" diye bir iç geçirmedik değil...

Belfort'un ara katlarından birinden meydan
Ne kadar da şebeğim

Ve tabi ki meydanda müzisyenler :)
Belfort
Brugge budur, bu kadardır.

Belfort, Brugge'un çan kulesi. 47 çanla şirin mi şirin müzikler çalıyorlar her saat başı. Ben panaroma hastası bir insan olduğumdan tabi ki yukarıya çıkmadan duramazdım. Cansu'yla beraber paraya ve zamana kıyıp upuzun bir sıra bekledik. Beklediğimize de değdi bence.


Belfort'ta beni en çok etkileyen şey, kulenin pervazı mı diyeyim ne diyeyim her neyse ona, çepeçevre yazılmış olan şehir adlarıydı. Bir ok, üzerinde şehir adı ve bir sayı. "Ok yönünde X şehrine Y km uzaklıktadır." anlamına geliyor. Eski olduğu için bazı şehirlerin adları farklı tabi, en basit örnek: "Berlun". Yanda da bir sonraki durağımız olan Amsterdam'ın oku tabi ki. :)


Biz yukardayken saat başı oldu ve çanların çalışını da görmüş olduk.

Aşağıya inip meydanda kızlarla beraber yine andalouse soslu patates kızartması yedik ve dönüş için yola koyulduk. Ama bizi bekleyen bir kader daha vardı: Godiva'dan çikolataya batırılmış çilek!

Bir sürü bozukluk toplayışımız
ÇİKOLATAA!
Kendimi külahın içinde kaybedişim

Yalnız... yapmadığımız bir şey kalmıştı: Hala turizm infotu bulamamıştık! Hayır benim kafama takıldı yani bir kere. Kızlara siz gidin ben size yetişirim, diyerek infoyu gösteren oku takibe başladım. Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim. Baktım yok, bir dükkana gidip sorayım dedim. Bana "Daha gideceksin sen. On dakika filan yürürsün." diyince, anladım ki meydandan epey uzakta bir yerde bu info. On dakika diyor, beş dakika değil.


Hemen kızlara "16.00'da garda buluşalım, ben bu infoyu uzaklarda arıyorum." diye mesaj attım. Sonra da vitrinlere baka baka yürümeye devam ettim. İşte size iki yaratıcı vitrin örneği...







Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm. En sonunda bir meydana daha çıktım. Ve infoyu buldum. Ama neredeyse gara kadar da yürümüştüm zaten. İnfodan (parayla) bir harita alıp, garın nerede olduğuna baktım. Beş dakikalık yürüyüş mesafesindeydi, tıpkı Belçika'daki bütün mesafeler gibi. Taktım kulaklıkları, müzik dinleye dinleye, fotoğraf çeke çeke, etrafı seyrede seyrede gara kadar yürüdüm.

Garın önündeki beton koltuklar
Garın önüne varıp kızları beklemeye başladım. Bir yandan da "Acaba 15.58 trenine yetişebilir miyiz?" diye düşünüyordum. Trene 3 dakika kala kızlar geldiler, biraz koşturduk ve treni saniye farkıyla kaçırdık. Bir sonraki tren 16.35'teydi ama o da bizim şansımıza iptal olmuştu. Bir saat garda oturup 16.58 trenine bindik. 18.00'de tekrar Brüksel'deydik. Koşturarak hostele döndük, hızla çantaları yüklenip 18.22'deki Amsterdam trenini yakaladık.

Neden böyle bir koşturmaca içerisindeydik peki? Şu "saat19'dan sonra ertesi gün yazılır" geyiklerini tam olarak bilmiyoruz hala. Sadece gece trenleri için mi geçerli, yoksa gün kavramı 19.00'dan 19.00'a mı? İnterraili bitirdim, geri döndüm. Hala bilmiyorum ama. Hiç gece treni kullanmadım. Bence yola çıkmadan önce bunun iyice öğrenilmesinde yarar var.

Tabi trene bindik ama yanlışlıkla birinci sınıfa binmişiz. Aksi gibi hemen arkadaki vagon da kapatılmış bir arıza sebebiyle. Yiyecek satan çocuk "Önemli değil, oturabilirsiniz." dedi ama biz risk almak istemedik. Bir sonraki istasyonda koşturarak aşağıya indik ve iki arkadaki vagona geçtik.

Akşam Amsterdam'a vardık. Önce yine turizm infoya uğradık. Aman yareppim o nasıl güzel infodur öyle! Kadın resmen "Şuraya gidin, buraya gidin." diye kendi kafasından bir yerler yazdı kağıda. Sadece yer adlarını yazsa yine iyi; oraya giden hatları, bu yerlerin adreslerini filan da yazdı. Hemen yanda da bir otomattan, istediğiniz adrese giden yol işaretlenmiş bir harita çıktısı alabiliyordunuz. Parayla harita satılan Belçika'dan sonra epey değişik geldi tabi.

İnfodaki ablaya bin bir teşekkür edip dışarı çıktık. Garın önünde beşimiz fotoğraf çekilelim diye bir adama makinemi verdim. Fotoğrafı çekti ama... Geri verirken "Kabul edersiniz ki yazı çok büyük olduğundan sığmadı." demez mi? Az geri gidip çekseydin ya çocuğum?

Fotoğrafa baktığımda ilk söylediğim şey: "Ama bu Amsterdam'ın ..ı yok!" oldu. Ve günün yorgunluğuyla kahkahalara boğulduk.

Neyse dedik. Bunun özelliği de böyle olsun bari. Sonra tabi biraz uzaktan bir başka fotoğraf çektirdik. Ve tabi ki bir başkasına çektirdik. Fotoğraf çektirdiğimiz kız da turist çıkınca, bize bildiğimiz gece klubü olup olmadığını sordu. Biraz turist yardımında bulunduktan sonra ayrıldık.

Sırtımızdaki çantalarla yürümeye üşendiğimizden 2.70 Euro'ya bir saatlik toplu taşıma kartı alıp tramvayla yola düştük. Bu sefer bir hostelde değil, Cansu'nun komşusunun kızı İdil Abla'nın evinde kalıyorduk. Saat 10.00 gibi İdil Abla'ya vardık ve bizi ilk karşılayan kocaman bir Alman kurdu oldu.

Evet, İdil Abla'nın Tiki adında bir köpeği vardı. Amsterdam'da kalacağımız 3 gün boyunca iyice alışacağımız kocaman bir köpek. Ama bu akşam değil, bu akşam tek yapmak istediğimiz uyumaktı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder