31 Temmuz 2012 Salı

8. gün: Peynircilerde karın doyurmak

Başak yara bandını kesmek için
bıçaktan başka bir şey bulamayınca :)
Sanırsınız kırk yıldır kahvaltıya hasretiz, öyle bir kahvaltı ortamı geçiyordu Amsterdam'da. Türklüğümüze yakışır bir şekilde saatlerce kahvaltıda oturuyorduk. Üzerimize çöken bu rahatlığa "Ev ortamındandır." diyorum ve günümüze geçiyorum.

Kahvaltıdan sonra kalkıp Anne Frank Huis'e gittik. Ama kapının önünde öyle deli bir sıra vardı ki, beklemek istemeyip yeni ufuklara yelken açmaya karar verdik. Size tavsiyem, gitmeden önce kesinlikle randevu yaptırın.

Az ilerde bir şirketten kanal turu aldık biz de. Aslında 12,5 Euro'yu ama adam bize 10 Euro yaptı. Kanal turuna gitmeden önce karnımızı doyuralım bari dedik. Amsterdam'ın şöyle bir özelliği var, nedense etrafta çok restoran yok. Bu insanlar "otla" mı besleniyor anlamadım ki ben?

Nerde beleş... :)
O sırada bir peynir mağazası gördük. "Cheese Museum" yazıyordu kapısında. Zaten interrail kapısında müze yazan her yere girmek konseptinde bir olay olduğundan, daldık içeriye tabi. Güzel bir sürpriz oldu bize, çünkü içerde çeşit çeşit peynir tadabiliyordunuz. Öyle bizim bildiğimiz peynirlerden değil, böyle goudadır, keçi peyniridir, "smoked" dedikleri tarzdadır... Hayatınızda muhtemelen hiç tadına bakmadığınız tarzda peynirler. E yazısını okuduğunuz kişi markette peynir, zeytin, sucuk tadarak karnını doyurmaya çalışan fakir bir öğrenci olduğundan... Bu çakallığımı Amsterdam'da da uygulamakta bir zarar görmedim. Kızlarla beraber peynircide bir güzel karnımızı doyurduk.

Sıkıntıdan fotoğraf çektirmek
Tekneye binme zamanımız gelmişti bu arada, bir heves bindik. Arka masamızda da tesadüfen çok yakışıklı bir adam oturuyordu. Tabi yolculuğun bu kadar sıkıcı olacağını bilsem, ben de adamı daha iyi görebileceğim bir yere otururdum. Böylece hiç olmadı manzaranın keyfini çıkarırdım. Yok böyle bir sıkılmak ya, uyudum resmen.

Ve teknede kafamdaki büyük sorulardan birine cevap buldum. Amsterdam'ın kanallar şehri olduğundan haberdarız hepimiz, değil mi? İşte bu kanalların kenarında bir sürü bank var. Hayır manzarası yok, bir şeyi yok. Neden koymuş olabilirler bu bankları diye düşünüp duruyordum. Ta ki tekne gezisine kadar. Dört tane çocuk, bir banka oturmuşlardı. Üstelerinde hafif bir duman tabakası. Aha dedim, tütüyor bunlar! Bu bankların amacı, ot içenlere oturacak yer sağlamak olsa gerek. Tabi biz gözlerimizi belertip bakınca, kendilerine baktığımızı fark eden çocuklar son derece misafirperver davrandılar: "Gelin gelin, siz de için!"

Arkadaki adam için çekilmiş fotoğrafım
Tekne gezimizin ikinci eğlenceli kısmı da arkada oturan adam ve adama "yavaş yavaş" yaklaşan ablaydı. Kadın ısrarla adama yanaşmaya çalıştıkça biz daha çok eğleniyorduk. Tekneden indiğimizde adamın kadını sokağın başına kadar götürüp sonra geri döndüğünü görünce ablanın başarısızlığına biraz üzülmedik değil.

Bir sonraki durağımız Amsterdam Centraal oldu. Malum,  bir sonraki durağımız olan Hamburg için tren bileti sormamıştık daha. Gidip önce sıra numarası aldık. 80 kişilik sıra vardı önümüzde. Bekle Allah bekle, bitmiyor sıra. Bir takım dalaverelere girip "Bugün gideceğiz." diyerek başka bir numara aldık, oradan soralım dedik. O sıra daha önce geldi ama veznedeki kadın "Burası sadece acil trenler için, gidip diğer sıra için numara alın." diyerek kovdu bizi. El mahkum beklemeye devam ettik biz de. O sırada yanımızdaki iki turist beklemekten vazgeçip numaralarını bize verdi. 20 kişi atlamış olduk böylece.

Sıra bize geldiğinde gidip Hamburg trenlerini sorduk. İki aktarmayla, beş saat sürecekti yolumuz. Aslında rezervasyon yaptırmamıza gerek yoktu ama veznedeki adam yaptırırsak daha iyi olacağını, Cuma günü gittiğimiz için trenin kalabalık olacağını söyledi. Biz de rezervasyon yaptırmaya karar verdik. Her bir tren için 4 Euro'dan 8 Euro rezervasyon parası ödedik. İlk trene yaptırmadık çünkü zaten 20 dakika sürüyordu.

Tekrar Dam Square'e gittik. Dün orada olan I AMsterdam yazısı bugün yoktu. İyi ki dedik, sabah erken uyanıp da buraya gelmek gibi bir saçmalık yapmamışız. Sokakların birinde bir dükkandan Amsterdam polarları aldık çünkü resmen bir tarafımız donuyordu soğuktan. Yine sokaklardan dolaşa eve döndük.

Akşam İdil Abla da geldiğinde beraber Red Light'a gittik. (Üzgünüm beyler, fotoğraf yok.) Adı üstünde kırmızı ışıklarla süslenmiş bir sokak. Camdan kapıların arkasında kadınlar (bazıları benden bile genç) üstlerinde takım iç çamaşırlarıyla sokağı süzüyorlar; kimisi dans ediyor, kimisi oturuyor, kimisi ayakta...

Daha sonra Rokinstraat'ta bir bara girdik. İçeri girer girmez bizi iki adam dans ederek karşıladı. Kendimi bir anda dans ederken buldum. Adamlardan kurtulduktan sonra İdil Abla hepimize birer Heineken ısmarladı. Bir masaya geçip oturduk, biraz dans ettik. Hafiften yorgun olduğumdan oturup çevreyi izlemeyi tercih ettim. İnsanlar o kadar çok çift değiştirdiler ki bir süre sonra resmen başım döndü. O sırada barın diğer tarafında iki adamı fark ettim. Bizim masaya bakarak fısır fısır bir şeyler konuşuyorlardı. İçlerinden biri gelip içimizden birini (ismini vermeyeyim şimdi, ama ben değilim) dansa kaldırdı. Daha sonra aslında arkadaşına ayarlamak için dansa kaldırdığını söyledi ve bizim kızı arkadaşına bırakıp gitti. Tabi biz, elimizde yeni bir dalga kozuyla mest olmuş vaziyette izledik.

Çok da geç olmadan bardan ayrıldık. Taksiyle eve döndük.

30 Temmuz 2012 Pazartesi

7. gün: Amsterdam! Sen mi rahatsın, ben mi?



Geç kalktık. Evdeyiz ya, onun verdiği bir rahatlık var üzerimizde. Kahvaltıdan sonra markete gidip, üç gün boyunca ne yiyeceksek almaya çalıştık. Sonra biraz hasta olan Başak'la beraber bütün malzemeleri eve gönderip, biz gezmeye gittik. Daha doğrusu bisiklet kiralamaya gittik. Karşılaştırma açısından bir örnek vermem gerekirse, 3 saat kiralama için ödediğimiz ücretler şöyle: Bireysel bisikletler 8 Euro, tandem (ikili bisiklet) 15 Euro. Bisiklet kiralamaya gittik ama ufak bir sorunumuz vardı: Ben bisiklete binmeyi bilmiyordum. Ne yapalım, ne yapalım? Bir tane ikili bisiklet aldık biz de, önde Cansu arkada ben.

Saat 14.00'te bisikletleri kiralamış, evin çok yakınlarında olan Vondelpark'ta gezmeye çıkmıştık bile. Bu Avrupalıları asla çözemeyeceğim. Park diyip duruyorlar ama aslında şehirlerinin içinde ormanlar var. Tamam balta girmemiş değil ama ağaçlar o kadar sık ki, içeriye güneş girmiyor. Dolayısıyla parkta hava şehrin geri kalanından bir iki derece daha düşük. Merak ettiğim bir nokta daha var: Bu adamlar işsiz mi yahu? Hangi gün, hangi saat olursa olsun; parkın içerisinde gerek koşan, gerek bisiklete binen bir sürü insan vardı. Hani bir salı günü, iş vaktinde o insanların orada ne işi olabilir?

Cansu, ben, tandem ve Vondelpark
Neyse... Vondelpark'ta bir süre takıldık. Cansu önde (arkasında kaçınılmaz olarak ben), arkada Selene ve... Gözde nerede peki? Cansu o kadar hızlı sürüyordu ki, arkadakileri kaybetmeyi bırakın kendi bacaklarımın bile nerede olduğunu bilmiyordum. Rüzgardan buz kestim resmen. Tabi Gözde bu hıza dayanamayıp epey geride kalmıştı ve Vondelpark'ın içerisinde birbirimizi kaybetmiştik.

Daha sonra Gözde gezinirken yanlışlıkla çıktığımız sonra geri girdiğimiz kapının orada olduğunu söyleyen bir mesaj attı. Biz de geri dönüp Gözde'yi bulduk. Yalnız, Gözde bizim daha önce çıktığımız kapıda değil, tamamen farklı bir kapıda bizi bekliyordu. Oradan geçmemiz bayağı güzel bir tesadüf olmuştu yani.

Tabi bir süre sonra parkın içerisinde gezmek fazlasıyla sıradan geldi ve merkeze gitmek istedik. Parkın dışına çıktık. Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik. Ama hiçbir yerde merkeze nasıl gideceğimize dair bir tabela göremiyorduk. İşin daha kötüsü, aynı anda hem bisiklete binip hem de haritaya da bakamıyorduk.

İçimden bir ses, çok başka yönlere gittiğimizi söylerken, Cansu'nun içindeki ses "Ya merkez, ya ölüm!" diyordu. Sonuçta bisikletimizin gidonu Cansu'nun elindeydi. Ben sadece arkada oturan kızdım. Ama içimdeki ses, sonunda dışarı çıktı. "Cansu biraz daha gidersek Brüksel'e çıkacağız bak."

İçimdeki ses doğruyu söylemişti. Gerçi konuşanın içimdeki ses mi, yoksa 20 senedir hiç iki saat boyunca bir selenin üzerinde oturmamış olan popom mu olduğundan tam emin değilim. Sonuçta doğru konuşuyordu. Ufaktan sanayi bölgelerine sızmaya başlamıştık.

Geri dönmeye karar verip, yolu soracak birilerini aradık. (Doğru tahmin, bulunduğumuz yer elimizdeki haritada yoktu.) Yolda da kimse kalmasın mı? Geldiğimi yöne dönüp biraz geri gittik. İnsanlara rastladıkça "Vondelpark'a nasıl gideriz?" diye sorduk. Bize verdikleri cevap "Aaaa evet, orası buradan biraz uzak." oldu. Herkes çok yardımsever bir şekilde yolu tarif etti.

Bisikletler ve kanal
En son bir çocuğa denk geldik. "Pardon! Pardon!" diye seslendik ama resmen yüzümüze bakmadan geçip gitti. Amsterdam'da böyle bir şey nasıl olur anlamadan, çocuğun arkasından epey bir sövdük. Kulakları iyi çınlamış olacak ki, geri dönüp "Bana mı seslenmiştiniz, özür dilerim anlamadım, buyrun?" dedi. Tekrar medeniyetle şok olmuş bir şekilde yol sorduk. Bu sefer aldığımız cevap çok güzeldi: "Buradan bisikletle 3 dakika."

Selene'nin analogundan
Saat 16.00'da evde olacağımızı söylemiştik Başak'a (böylece eve gittiğimizde yemeğimiz masamızda olacaktı, keh keh) ama 16.00'da bisikletleri daha yeni teslim ediyorduk. Bisikletleri verip, on beş dakika yürüdükten sonra evimize vardık. Tiki bizi kapıda karşıladı. Başak'ın hazırladıklarını yedik, biraz oturduk. Tabi ki bize yanlış yola gittiğimiz söyleyen popom bu oturma eylemi esnasında isyan bayrağını çekti. Haklıydı, bir şey demiyorum. Saat 18.00'de tekrar sokaklara düştük.

Evler yamulmuş mu yamuk mu inşa edilmiş?

Açtım haritayı, bir yol belirledim. Kanallardan geçe geçe yürüdük. Sokakların ve o meşhur eğik evlerin fotoğraflarını çektik. Sonunda Amsterdam'ın da meydanına vardık: Dam Square. Ve orada olmaması gereken bir yazı gördük: I AMsterdam. (Normalde Museumplein'da olması gerekiyordu) Ama o kadar kalabalıktı ki, fotoğraf çektirmedik. Ertesi sabah gerçekten erken gelip çektiririz dedik. Gerçekten erken dediğim de 7'de orada olmak filan.

Kontrbaslı abi
Dam Square'ın iki önemli özelliği var: Yan kesicileri ve sokak müzisyenleri. Benden kaçmaz, biliyorsunuz. Ve orada hayatımda izlediğim en güzel sokak gösterisini izledim. Hatta o kadar beğendim ki iki şarkılarını videoya aldım ama o sırada 4 GBlık SD kartım doldu. Ben de pasaport çantama koyduğum 2 GBlık kartı aradım ama kendisini daha önce başka bir yerde kaybetmiştim anlaşılan.

Favorim: Mood Sellers :)
Çocuklar gösterilerini bitirince ara sokaklardan birine girip Tours&Tickets adlı firmayı bulduk. Çeşitli turların fiyatlarını sorduk. En çok ilgimizi çeken "Heineken Experience" oldu. Bir sürü soru sorup, bir sürü şey öğrendikten sonra oradan da ayrıldık ve bu sefer başka sokaklardan geçerek eve döndük.

Özetle: Tam olmasa da bir Amsterdamlı gibi davrandık o gün. Markete filan gidip, alışveriş yaptık. Daha ne olsun?

29 Temmuz 2012 Pazar

Ara yazı: Belçika'da İki Buçuk Gün

7 Temmuz:
Akşam üzeri Brüksel'e vardık.
Sokaklarda gezindik.
Grote Markt'a çıktık.
Waffle yedik.
Bira içtik.

8 Temmuz:
Dantel ve kostüm müzesini, çikolata müzesini, müzikal enstrümanlar müzesini gezdik.
Bol bol Grote Markt gördük.
Patates yedik.
Manneken Pis, Janneken Pis ve ayağında köpekle uyuyan kadın heykellerini gördük.
St. Michael et Gudule katedralini gezdik.
Parc de Bruxelles'i yürüdük.

9 Temmuz:
Brugge'a gittik.
Sokakları gezdik.
Kanal turu yaptık.
Our Lady Church'e gittik.
Belfort'a çıktık.
Çikolata denedik.
İnfoyu aradık.
Brüksel'e geri dönüp, Amsterdam'a geçtik.

Belçika'dan kısa kısa:
* Haritalar neden paralı, neden? Çok değil ama 2 Euro'ya kadar çıkabiliyor fiyatlar.
* Brüksel'de Grote Markt'a "beş dakika yürüyüş" mesafesinde genç turistlere yönelik haritalar bulunduran bir yer varmış. Biz hostelden bir haritalarını aldık, ama orada diğer şehirlere ait haritalar da olduğunu yazıyordu. Harita da çok tatlıydı ve ekstra bilgiler içeriyordu günlük hayatla ilgili. Sitesi bu, uğrayabilirseniz alın bence bu haritadan. http://www.use-it.be/brussels/
* Şehirler arasında kıyaslama yapmayı sevmem ama kısa süreniz varsa Brüksel'e 3 gün fazla 1 gün azdır. Yani 2 gün yeterlidir. (Mükemmel matematiğim...) O da rahat rahat gezmek için. "Yok ben çok hızlıyım, aklın durur." derseniz 1 gün de yetecektir.
* Brugge'a uğrayacaksanız, ki bence uğramalısınız da, Brüksel'de bir gece kalmanız mantıklı olabilir. Başka yerlerde okuduğum kadarıyla Brugge'da hostel ayarlayan ya da sokakta da yatanlar olmuş. Sizin tercihiniz tabi ama hostel fiyatları Brüksel'e göre pahalı.
* Brugge'da niye kalıyorsunuz allasen? Üç saatte bitiyor zaten bütün şehir.
* Belfort'a çıkın.
* Yöresel tatları deneyin. Patates kızartmasını o kadar sevdim ki, şu anda patates kızartması yiyemiyorum. Bundan sonra patates kızartması yemek için Brüksel'e gideceğim. (Çok zengin olacağımdan tabi... Patates kızartması yemeye Brüksel'e gitmek... Hayale bak, benden de anca bu çıkardı zaten.)

İyi Belçika'lar :)

Gare du Centrale'nin önündeki dantel şemsiye

6. gün: Brugge'u kartpostal yapıp evime göndereceğim

İnterrailimizin 6. gününün planı şöyleydi: Sabah ilk trenle Brugge'a gidecektik, 18.22 Brüksel-Amsterdam trenine binecek şekilde de Brüksel'e geri dönecektik.

Dolayısıyla sabah epey erken bir kalkış gerçekleştirdim. Kızları da 7.00'de uyandırdım. (Sabahları duş aldığım için uyandırma görevinin bende olmasından daha önce bahsetmiştim sanırım.) 7.15 gibi hepimiz hazır ve kahvaltıdaydık. Kahvaltıdan sonra çantalarımızı bavul odasına kilitleyip Gare du Centrale'ye gittik.


Brugge trenleri saatte 2 kezdi. Saat başı ve 21 geçe. 8.21'deki trene yetiştik ve bir saatlik tren yolculuğundan sonra Brugge'a vardık.


Geleneksel "Gar önünde fotoğraf çekilmece"mizi gerçekleştirdikten sonra ilk işimiz turizm infoyu aramak oldu. İnfo tabelalarını takip ede ede en sonunda garın dışına çıktık. Baktık bu iş böyle olmayacak, dedik bari merkeze gidelim. Orada elbet turizm info vardır. Tam iç güdülerimize güvenerek merkeze gitmeye karar vermiştik ki, yol üzerindeki panolarda Brugge'un haritasını bulduk. Oradan kendimize bir ana cadde belirledik. Ama iç güdülerimiz yine bizi ele geçirdi ve o ana cadde yerine solda görmüş olduğunuz yeşil alanın içerisinden gitmeye karar verdik. Doğayı severiz, yeşili koruruz. Brugge çok büyük bir şehir olmadığı için tabi ki kaybolamadık. Sadece farklı bir yoldan merkeze gitmiş olduk.



Sokakları seyrede seyrede yolumuza devam ettik. Sonra gözümüze bir yazı çarptı: Kanal Turu. Ne olacak, yapalım bari diyerek içeri girdik. 7.60 Euro olan kanal turunu bilet satan abla bizim için "grup indirimi" adı altında 6.40 Euro'ya indiriverdi. Canım, yerim.


Böylece yarım saat sürecek kanal turumuz başlamış oldu. Bütün şehir birbirinin aynı olduğundan, çok fotoğraf koymaya gerek görmüyorum.

Madonna - Michelangelo

Our Lady'den bir başka kare
Turu tamamladıktan sonra geldiğimiz sokaktan devam ederek Our Lady Church'e girdik. Kilisenin özelliği içerisinde Michelangelo'nun Maddonna'sını barındırması.





Bir tek dileğim var; mutlu ol yeter.
Brugge'un yolları taştan
Yine birbirinin aynısı evlerin önünden geçe geçe bir başka kiliseye vardık. Sint-Salvatorskathedral'de Cansu'yla artık gelenekselleşmiş olan "Para vermek gönüllüymüş, o zaman para vermeden bir mum yakalım" adlı ayinimizi gerçekleştirdikten sonra Brugge'un Grote Markt'ına vardık. Tabi öncelikli olarak "Yine mi?" diye bir iç geçirmedik değil...

Belfort'un ara katlarından birinden meydan
Ne kadar da şebeğim

Ve tabi ki meydanda müzisyenler :)
Belfort
Brugge budur, bu kadardır.

Belfort, Brugge'un çan kulesi. 47 çanla şirin mi şirin müzikler çalıyorlar her saat başı. Ben panaroma hastası bir insan olduğumdan tabi ki yukarıya çıkmadan duramazdım. Cansu'yla beraber paraya ve zamana kıyıp upuzun bir sıra bekledik. Beklediğimize de değdi bence.


Belfort'ta beni en çok etkileyen şey, kulenin pervazı mı diyeyim ne diyeyim her neyse ona, çepeçevre yazılmış olan şehir adlarıydı. Bir ok, üzerinde şehir adı ve bir sayı. "Ok yönünde X şehrine Y km uzaklıktadır." anlamına geliyor. Eski olduğu için bazı şehirlerin adları farklı tabi, en basit örnek: "Berlun". Yanda da bir sonraki durağımız olan Amsterdam'ın oku tabi ki. :)


Biz yukardayken saat başı oldu ve çanların çalışını da görmüş olduk.

Aşağıya inip meydanda kızlarla beraber yine andalouse soslu patates kızartması yedik ve dönüş için yola koyulduk. Ama bizi bekleyen bir kader daha vardı: Godiva'dan çikolataya batırılmış çilek!

Bir sürü bozukluk toplayışımız
ÇİKOLATAA!
Kendimi külahın içinde kaybedişim

Yalnız... yapmadığımız bir şey kalmıştı: Hala turizm infotu bulamamıştık! Hayır benim kafama takıldı yani bir kere. Kızlara siz gidin ben size yetişirim, diyerek infoyu gösteren oku takibe başladım. Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim. Baktım yok, bir dükkana gidip sorayım dedim. Bana "Daha gideceksin sen. On dakika filan yürürsün." diyince, anladım ki meydandan epey uzakta bir yerde bu info. On dakika diyor, beş dakika değil.


Hemen kızlara "16.00'da garda buluşalım, ben bu infoyu uzaklarda arıyorum." diye mesaj attım. Sonra da vitrinlere baka baka yürümeye devam ettim. İşte size iki yaratıcı vitrin örneği...







Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm. En sonunda bir meydana daha çıktım. Ve infoyu buldum. Ama neredeyse gara kadar da yürümüştüm zaten. İnfodan (parayla) bir harita alıp, garın nerede olduğuna baktım. Beş dakikalık yürüyüş mesafesindeydi, tıpkı Belçika'daki bütün mesafeler gibi. Taktım kulaklıkları, müzik dinleye dinleye, fotoğraf çeke çeke, etrafı seyrede seyrede gara kadar yürüdüm.

Garın önündeki beton koltuklar
Garın önüne varıp kızları beklemeye başladım. Bir yandan da "Acaba 15.58 trenine yetişebilir miyiz?" diye düşünüyordum. Trene 3 dakika kala kızlar geldiler, biraz koşturduk ve treni saniye farkıyla kaçırdık. Bir sonraki tren 16.35'teydi ama o da bizim şansımıza iptal olmuştu. Bir saat garda oturup 16.58 trenine bindik. 18.00'de tekrar Brüksel'deydik. Koşturarak hostele döndük, hızla çantaları yüklenip 18.22'deki Amsterdam trenini yakaladık.

Neden böyle bir koşturmaca içerisindeydik peki? Şu "saat19'dan sonra ertesi gün yazılır" geyiklerini tam olarak bilmiyoruz hala. Sadece gece trenleri için mi geçerli, yoksa gün kavramı 19.00'dan 19.00'a mı? İnterraili bitirdim, geri döndüm. Hala bilmiyorum ama. Hiç gece treni kullanmadım. Bence yola çıkmadan önce bunun iyice öğrenilmesinde yarar var.

Tabi trene bindik ama yanlışlıkla birinci sınıfa binmişiz. Aksi gibi hemen arkadaki vagon da kapatılmış bir arıza sebebiyle. Yiyecek satan çocuk "Önemli değil, oturabilirsiniz." dedi ama biz risk almak istemedik. Bir sonraki istasyonda koşturarak aşağıya indik ve iki arkadaki vagona geçtik.

Akşam Amsterdam'a vardık. Önce yine turizm infoya uğradık. Aman yareppim o nasıl güzel infodur öyle! Kadın resmen "Şuraya gidin, buraya gidin." diye kendi kafasından bir yerler yazdı kağıda. Sadece yer adlarını yazsa yine iyi; oraya giden hatları, bu yerlerin adreslerini filan da yazdı. Hemen yanda da bir otomattan, istediğiniz adrese giden yol işaretlenmiş bir harita çıktısı alabiliyordunuz. Parayla harita satılan Belçika'dan sonra epey değişik geldi tabi.

İnfodaki ablaya bin bir teşekkür edip dışarı çıktık. Garın önünde beşimiz fotoğraf çekilelim diye bir adama makinemi verdim. Fotoğrafı çekti ama... Geri verirken "Kabul edersiniz ki yazı çok büyük olduğundan sığmadı." demez mi? Az geri gidip çekseydin ya çocuğum?

Fotoğrafa baktığımda ilk söylediğim şey: "Ama bu Amsterdam'ın ..ı yok!" oldu. Ve günün yorgunluğuyla kahkahalara boğulduk.

Neyse dedik. Bunun özelliği de böyle olsun bari. Sonra tabi biraz uzaktan bir başka fotoğraf çektirdik. Ve tabi ki bir başkasına çektirdik. Fotoğraf çektirdiğimiz kız da turist çıkınca, bize bildiğimiz gece klubü olup olmadığını sordu. Biraz turist yardımında bulunduktan sonra ayrıldık.

Sırtımızdaki çantalarla yürümeye üşendiğimizden 2.70 Euro'ya bir saatlik toplu taşıma kartı alıp tramvayla yola düştük. Bu sefer bir hostelde değil, Cansu'nun komşusunun kızı İdil Abla'nın evinde kalıyorduk. Saat 10.00 gibi İdil Abla'ya vardık ve bizi ilk karşılayan kocaman bir Alman kurdu oldu.

Evet, İdil Abla'nın Tiki adında bir köpeği vardı. Amsterdam'da kalacağımız 3 gün boyunca iyice alışacağımız kocaman bir köpek. Ama bu akşam değil, bu akşam tek yapmak istediğimiz uyumaktı.

5. gün: Brüksel'e neden metro yapmışlar ki?

Ta daaaa! Sokak sanatı!
Brüksel hakkında söylenebilecek her şey küçük olmasıyla alakalı olabilir. Aslında bir sürü müzenin adı geçiyor ama "Brüksel'de ne yapmalıyız?" diye sorsanız, size tek söyleyeceğim "Grote Markt" olur. Tamam tamam, ben de yaptıklarımızı anlatacağım ama Grote Markt'ın yeterli bir gezi planı olduğunu düşünüyorum.

Sabah epey oyalanıp, hostelden oldukça geç ayrıldık. Brüksel'in küçüklüğü ve Paris'ten kalma yorgunluğumuz bizi sandalyelerimize çivilemişti resmen. Brüksel'in küçüklüğü derken; bir ucundan bir ucuna 30 dakikalık yürüme mesafesi olduğunu söylersem daha somut olacaktır sanırım. O yüzden bütün gün aklımızda olan soru şuydu: "Brüksel'e neden metro yapmışlar ki?"

Manneken Pis
Manneken Pis'in önündeki gereksiz kalabalık
İlk durağımız Manneken Pis üzerinden Grote Markt oldu. Kuş kadar heykelin önü ana baba günüydü. Bir de heykeli giydirmişler. Heykeli göremeyeceksek ne anlamı var ya? Şiddetle protesto ediyorum bu giydirme hadisesini ben.


Hotel de Ville




Brüksel'de her Grote Markt'a geldiğimizde kenara 1 Euro atsam şimdi 50 Euro cepteydi. Çünkü bir yere ulaşmak için en kısa yolunuz o olmasa bile insanlar size hep Grote Markt üzerinden yol tarif ediyor. Turizm infolar bile!

Bu arada Belçika sınırları içerisinde anladığım kadarıyla haritalar parayla satılıyor. Gitmeden önce kendinize harita bulmaya bakın. Olmadı çıkartın. Zaten kuş kadar şehir, haritanın ölçeğini ne kadar büyütürseniz büyütün fazla kağıt/toner israfı olmaz. (bkz. "Bunun ölçeği bile yok! Brüksel o kadar küçükmüş ki haritayı bire bir yapmışlar." ve bkz. "Haritayı yere koysam bütün Brüksel'i kaplıyor.")(Yine çok komiğim lanet olsun...)

Çikolata ustası
Bu Brükselliler şehirleriyle bu kadar dalga geçtiğimizi duysalar bizi kesin döverdi. Ama şehirleri gerçekten çok küçük! Öyle ki bir süre sadece 95 numaralı otobüsleri var ve bütün şehri turluyor sandık. Daha sonra gördüğümüz diğer numaraları birbirimize göstererek "Aman Tanrım! Başka bir otobüs!" diyerek dalga geçtik. Gördüğümüz farklı otobüs numaralarının da sadece 5 tane olduğunu söylemeliyim sanırım.

Grote Markt'ta bir turizm info bulup, broşür depoladıktan sonra ilk durağımız Musee de Chocolate oldu. Beş kızız nihayetinde, "Çikolataaaaaaa!" diyerek müzeye koştuk. Pek bir şey yok müzelik ama hem içerde, hem de çıkışında sınırsız çikolata tadımı yapabilirsiniz. Bir de çıkışta yaşlı bir usta "seashell" çikolataları nasıl yaptıklarını anlatıyor Fransızca olarak. 

Bu kadar çok Fransızca yazı görüp, konuşma dinledikten sonra şunu söyleyebilirim ki: Biraz daha Fransızca konuşmaya maruz kalsaydım kendi kendime sökecektim dili.

Musee de la Ville de Bruxelles
Ayağında köpekle uyuyan kadın.
Yine Grote Markt'tan geçerek ayağında köpekle uyuyan kadın heykeline geldik. Rivayete göre bu kadına dokunan kişi, Brüksel'e tekrar gelecek demekmiş. Selene, aramızda bu teoriyi doğrulayan kişi oldu ve heykele bu kez de dokunarak Brüksel'e 3. kez gelmeyi garantiledi. Tabi biz de elimizi sürünce "Aman ya nasıl olsa tekrar geliyoruz Brüksel'e..." düşüncesiyle bütün gün aylak aylak dolandık desem yeridir. :)

Grote Markt'tan sonra Musee de Dantelle et Costumes'e gittik. Dantellerin bizim anneannelerimizin yaptığı TV üstü, efenime söyleyeyim sehpa üstü gibi bilimum yerde kullanılan dantellerden olmadığını gördük. 

Daha sonra Cansu ve ben üst katta çocuklar için düzenlenmiş alanda kostüm tasarlama işine girdik. Bir de utanmadan yaşımıza 8 yazıp, yarışma kutusuna attık. Bu sırada Başak, Selene ve Gözde yanda oynayan dantel/kostüm kullanılmış film sahnelerini izliyorlardı.


Grote Markt
Bizde niye yok? :(
Yine Grote Markt'tan geçtik. Arkaya açılan sokaklardan birinde bir amca amfisi ve mikrofonuyla birlikte bir köşeye oturdu. Gitarını çıkarıp blues söylemeye başladı. Adamların sokak şarkıcıları bluesdan aşağıya inemediler. Sonra neden AB'ye giremiyoruz? Dokuz sekizlikle mi gireceğiz AB'ye?

Bundan sonra yazacağım olay Brüksel'de en çok hoşuma giden şey oldu. Zuidstraat'ta (yamulmuyorsam) bir adam yolun ortasına yatmıştı. Büyük bir kalabalık (yaklaşık 10 kişi filan, Brüksel standartlarında inanılmaz bir kalabalık bu) yol kenarında durmuş adama bakıyordu. Adamın başında iki tane polis vardı. Ama asıl ilginç olan polisin adama kesinlikle dokunmuyor oluşuydu. Sadece bakıyorlar, konuşuyorlardı. Seslerini bile yükseltmediler.


Yerdeki adamın yanına başka insanlar da geldi. Bir tanesi gelirken şarap ve kadehler getirdi. Hep beraber yolun ortasında oturup içmeye başladılar. Biri jonglörlük yapmaya başladı. Biz hala şaşkınlıkla izliyorduk.


Yoldan geçen bir teyzeye yaklaşıp, "Pardon ne oluyor acaba?" diye sorduk. Teyze heyecanlı bir şekilde anlatmaya başladı. "Burası pazar günleri sadece yayaların kullanımına ayrılmış bir cadde. Bugün yağmur yağdığı için herkes evinde oturmuş, arabalar da caddeyi kullanmaya devam etmişler. Biz bunu protesto ediyoruz. Hadi gelin siz de bize katılın!" diyerek gidip caddeki insanların yanına oturdu. Ona bir kadeh şarap ikram edildi tabi. Polis de kimseye bir şey demedi, sadece araçları başka bir yöne aktarmaya devam etti.

Janneken Pis
AIDS'i lanetliyoruz
"Bu kadar medeniyet bize fazla." diyerek yürümeye devam ettik. Bu sefer elimizde hostelden aldığımız ve gerçekten "5 min walk" olarak ölçeklenmiş (denedik %100 çalıştı) haritalarımızın da yardımıyla Grote Markt'a çıkmadan (OLLEY!) bir pasaja girdik. Meşhur "Nevizade benzeri sokak" Rue de Baucher ve içerisindeki işeyen kız heykelini gördük. Tabi ki yol boyunca Brüksel'in meşhur sokak sanatından hiç ayrı kalmadık. 

Bir önceki akşam waffle yediğimiz dükkanın hemen yanındaki patates dükkanına gidip Brüksel'in meşhur kızarmış patatesini denedik. Dükkanlar kardeşmiş meğer, çalışanlar yine Türk çıktı. Bize "andalouse" sos önerdiler. Patateslerinin özelliği ise iki kez kızartılıyor olmaları. Yağ deposu yani. Hepimiz çok beğendik, eğer siz de deneyecekseniz andalouse soslu olanı tavsiyemdir.

Bir sonraki durağımız olan Musee des Instruments de Musique (MIM)'den önce Gare du Centrale'ye uğrayarak Brugge'a gidiş ve Brugge'dan dönüş trenlerinin saatlerini öğrendik. Ayrıca Amsterdam trenlerini de öğrendik ve ertesi gün için planımızı yaptık.

Neden bu kadar güzelsiniz binalar, neden?
Saat 14.15 gibi MIM'e girdik. Kapı girişinde size birer kulaklık veriyorlar. Hatta biz "İngilizce istiyoruz." dediğimizde kulaklık dağıtan amca "Burada tek bir dil var, o da müziğin dili." diyerek damardan verdi sanatı. Kültür doldum resmen.


MIM
Bir kere MIM'in inanılmaz büyük olduğundan bahsetmeliyim. Yalnış hatırlamıyorsam enstrümanlara ayrılmış dört katı var ve her bir salon inanılmaz büyük. 

Kulaklıklar peki? Onları da şöyle kullanıyorsunuz: Bazı yerlere kayıtlar yerleştirmişler, dört kulaklık girişi var. Kulaklığı taktığınızda, orada bulunan enstrümanla çalınmış bir ya da iki parça dinleyebiliyorsunuz. Müzenin konseptine bu kadar uygun bir uygulama yapmak da her babayiğidin harcı değildir hani söyleyeyim. 

Ne çikolatayı, ne danteli öyle çok öneririm; ama MIM'e mutlaka gidin derim. Hayatımda hiç görmediğim, duymadığım, bilmediğim esntrümanlar gördüm. Sadece Batı müziği enstrümanları değil; Doğu, Kuzey, Güney, Ekvator, Kutup... Hangi bölge ararsanız var. Muazzam bir koleksiyon.


Parc de Bruxelles'den geçerek Parlamento Binası'na gitmeye karar verdik. Parktan geçerken yine Brüksel'in küçüklüğüyle dalga geçtik: "O kadar küçükmüş ki sadece bir parkları varmış, ona da Brüksel adını vermişler."

Parlamento :)
Parkı kendilerine özgü şeylerin heykelleriyle süslemişler. Külahta patates, çikolata, Brüksel lahanası vb. Yanda bir külahta patates örneği görüyorsunuz. Ben harita takıntılı bir insan olduğumdan bu fotoğrafı sizlerle paylaşma gereği duydum. :)

Parlamento Binası'na tabi ki giremedik. Ama kimse "Gitmediniz mi? Görmediniz mi?" demesin diye tutuklanma riskini de göze alarak önünde çeşitli "içeri sızma" konseptli fotoğraflar çektirdik.

St. Michael et Gudule
 Saat 16.45'te St. Michael et Gudule katedraline gittik. Hazinesine ve altındaki Roma binası kalıntılarına 1 Euro gibi komik bir fiyata girebiliyorsunuz. Aslında zaten küçücük yerler olduğundan, çok da komik bir fiyat değil. Ama bazı yerlerde suyun bile 2 Euro olduğunu düşününce... bakın yine tüylerim diken diken oldu.

Katedralden çıktığımızda tabi ki yine yağmura yakalandık. Katedralin önündeki merdivenlere, cami köşelerindeki dilenci çocuklar gibi oturup yağmurun dinmesini bekledik.

Burada da başımıza şöyle bir olay geldi. Biz katedralin kapısında otururken bir kadın yanımıza gelip "Pardon Grote Markt nerede acaba?" dediğinde önce büyük bir sessizlik yaşandı. Kadına oradan kabak gibi gözüken Hotel de Ville'nin kulesini gösterdik. Sonra ben "NASIL BULAMAMIŞ OLABİLİR?" diyerek düşüncelere daldım. Hayatımı sorguladım. Orada geçirdiğimiz bir günde on beş kez Grote Markt'tan geçişimizi sorguladım.

Saat 18.45 olduğunda yine Grote Markt'taydık. (Artık paylaşacak fotoğrafı kalmadı meydanın...) Hediyelik bakındık, gezindik, yağmura yakalandık, merdivenler bulup oturduk. Çok yorgun olduğumuz için o akşam da şu meşhur Delirium adındaki bara gitmekten vazgeçip hostelde kaldık. Zaten Brüksel'in biraları da çok sıcaktı... :)