29 Temmuz 2012 Pazar

5. gün: Brüksel'e neden metro yapmışlar ki?

Ta daaaa! Sokak sanatı!
Brüksel hakkında söylenebilecek her şey küçük olmasıyla alakalı olabilir. Aslında bir sürü müzenin adı geçiyor ama "Brüksel'de ne yapmalıyız?" diye sorsanız, size tek söyleyeceğim "Grote Markt" olur. Tamam tamam, ben de yaptıklarımızı anlatacağım ama Grote Markt'ın yeterli bir gezi planı olduğunu düşünüyorum.

Sabah epey oyalanıp, hostelden oldukça geç ayrıldık. Brüksel'in küçüklüğü ve Paris'ten kalma yorgunluğumuz bizi sandalyelerimize çivilemişti resmen. Brüksel'in küçüklüğü derken; bir ucundan bir ucuna 30 dakikalık yürüme mesafesi olduğunu söylersem daha somut olacaktır sanırım. O yüzden bütün gün aklımızda olan soru şuydu: "Brüksel'e neden metro yapmışlar ki?"

Manneken Pis
Manneken Pis'in önündeki gereksiz kalabalık
İlk durağımız Manneken Pis üzerinden Grote Markt oldu. Kuş kadar heykelin önü ana baba günüydü. Bir de heykeli giydirmişler. Heykeli göremeyeceksek ne anlamı var ya? Şiddetle protesto ediyorum bu giydirme hadisesini ben.


Hotel de Ville




Brüksel'de her Grote Markt'a geldiğimizde kenara 1 Euro atsam şimdi 50 Euro cepteydi. Çünkü bir yere ulaşmak için en kısa yolunuz o olmasa bile insanlar size hep Grote Markt üzerinden yol tarif ediyor. Turizm infolar bile!

Bu arada Belçika sınırları içerisinde anladığım kadarıyla haritalar parayla satılıyor. Gitmeden önce kendinize harita bulmaya bakın. Olmadı çıkartın. Zaten kuş kadar şehir, haritanın ölçeğini ne kadar büyütürseniz büyütün fazla kağıt/toner israfı olmaz. (bkz. "Bunun ölçeği bile yok! Brüksel o kadar küçükmüş ki haritayı bire bir yapmışlar." ve bkz. "Haritayı yere koysam bütün Brüksel'i kaplıyor.")(Yine çok komiğim lanet olsun...)

Çikolata ustası
Bu Brükselliler şehirleriyle bu kadar dalga geçtiğimizi duysalar bizi kesin döverdi. Ama şehirleri gerçekten çok küçük! Öyle ki bir süre sadece 95 numaralı otobüsleri var ve bütün şehri turluyor sandık. Daha sonra gördüğümüz diğer numaraları birbirimize göstererek "Aman Tanrım! Başka bir otobüs!" diyerek dalga geçtik. Gördüğümüz farklı otobüs numaralarının da sadece 5 tane olduğunu söylemeliyim sanırım.

Grote Markt'ta bir turizm info bulup, broşür depoladıktan sonra ilk durağımız Musee de Chocolate oldu. Beş kızız nihayetinde, "Çikolataaaaaaa!" diyerek müzeye koştuk. Pek bir şey yok müzelik ama hem içerde, hem de çıkışında sınırsız çikolata tadımı yapabilirsiniz. Bir de çıkışta yaşlı bir usta "seashell" çikolataları nasıl yaptıklarını anlatıyor Fransızca olarak. 

Bu kadar çok Fransızca yazı görüp, konuşma dinledikten sonra şunu söyleyebilirim ki: Biraz daha Fransızca konuşmaya maruz kalsaydım kendi kendime sökecektim dili.

Musee de la Ville de Bruxelles
Ayağında köpekle uyuyan kadın.
Yine Grote Markt'tan geçerek ayağında köpekle uyuyan kadın heykeline geldik. Rivayete göre bu kadına dokunan kişi, Brüksel'e tekrar gelecek demekmiş. Selene, aramızda bu teoriyi doğrulayan kişi oldu ve heykele bu kez de dokunarak Brüksel'e 3. kez gelmeyi garantiledi. Tabi biz de elimizi sürünce "Aman ya nasıl olsa tekrar geliyoruz Brüksel'e..." düşüncesiyle bütün gün aylak aylak dolandık desem yeridir. :)

Grote Markt'tan sonra Musee de Dantelle et Costumes'e gittik. Dantellerin bizim anneannelerimizin yaptığı TV üstü, efenime söyleyeyim sehpa üstü gibi bilimum yerde kullanılan dantellerden olmadığını gördük. 

Daha sonra Cansu ve ben üst katta çocuklar için düzenlenmiş alanda kostüm tasarlama işine girdik. Bir de utanmadan yaşımıza 8 yazıp, yarışma kutusuna attık. Bu sırada Başak, Selene ve Gözde yanda oynayan dantel/kostüm kullanılmış film sahnelerini izliyorlardı.


Grote Markt
Bizde niye yok? :(
Yine Grote Markt'tan geçtik. Arkaya açılan sokaklardan birinde bir amca amfisi ve mikrofonuyla birlikte bir köşeye oturdu. Gitarını çıkarıp blues söylemeye başladı. Adamların sokak şarkıcıları bluesdan aşağıya inemediler. Sonra neden AB'ye giremiyoruz? Dokuz sekizlikle mi gireceğiz AB'ye?

Bundan sonra yazacağım olay Brüksel'de en çok hoşuma giden şey oldu. Zuidstraat'ta (yamulmuyorsam) bir adam yolun ortasına yatmıştı. Büyük bir kalabalık (yaklaşık 10 kişi filan, Brüksel standartlarında inanılmaz bir kalabalık bu) yol kenarında durmuş adama bakıyordu. Adamın başında iki tane polis vardı. Ama asıl ilginç olan polisin adama kesinlikle dokunmuyor oluşuydu. Sadece bakıyorlar, konuşuyorlardı. Seslerini bile yükseltmediler.


Yerdeki adamın yanına başka insanlar da geldi. Bir tanesi gelirken şarap ve kadehler getirdi. Hep beraber yolun ortasında oturup içmeye başladılar. Biri jonglörlük yapmaya başladı. Biz hala şaşkınlıkla izliyorduk.


Yoldan geçen bir teyzeye yaklaşıp, "Pardon ne oluyor acaba?" diye sorduk. Teyze heyecanlı bir şekilde anlatmaya başladı. "Burası pazar günleri sadece yayaların kullanımına ayrılmış bir cadde. Bugün yağmur yağdığı için herkes evinde oturmuş, arabalar da caddeyi kullanmaya devam etmişler. Biz bunu protesto ediyoruz. Hadi gelin siz de bize katılın!" diyerek gidip caddeki insanların yanına oturdu. Ona bir kadeh şarap ikram edildi tabi. Polis de kimseye bir şey demedi, sadece araçları başka bir yöne aktarmaya devam etti.

Janneken Pis
AIDS'i lanetliyoruz
"Bu kadar medeniyet bize fazla." diyerek yürümeye devam ettik. Bu sefer elimizde hostelden aldığımız ve gerçekten "5 min walk" olarak ölçeklenmiş (denedik %100 çalıştı) haritalarımızın da yardımıyla Grote Markt'a çıkmadan (OLLEY!) bir pasaja girdik. Meşhur "Nevizade benzeri sokak" Rue de Baucher ve içerisindeki işeyen kız heykelini gördük. Tabi ki yol boyunca Brüksel'in meşhur sokak sanatından hiç ayrı kalmadık. 

Bir önceki akşam waffle yediğimiz dükkanın hemen yanındaki patates dükkanına gidip Brüksel'in meşhur kızarmış patatesini denedik. Dükkanlar kardeşmiş meğer, çalışanlar yine Türk çıktı. Bize "andalouse" sos önerdiler. Patateslerinin özelliği ise iki kez kızartılıyor olmaları. Yağ deposu yani. Hepimiz çok beğendik, eğer siz de deneyecekseniz andalouse soslu olanı tavsiyemdir.

Bir sonraki durağımız olan Musee des Instruments de Musique (MIM)'den önce Gare du Centrale'ye uğrayarak Brugge'a gidiş ve Brugge'dan dönüş trenlerinin saatlerini öğrendik. Ayrıca Amsterdam trenlerini de öğrendik ve ertesi gün için planımızı yaptık.

Neden bu kadar güzelsiniz binalar, neden?
Saat 14.15 gibi MIM'e girdik. Kapı girişinde size birer kulaklık veriyorlar. Hatta biz "İngilizce istiyoruz." dediğimizde kulaklık dağıtan amca "Burada tek bir dil var, o da müziğin dili." diyerek damardan verdi sanatı. Kültür doldum resmen.


MIM
Bir kere MIM'in inanılmaz büyük olduğundan bahsetmeliyim. Yalnış hatırlamıyorsam enstrümanlara ayrılmış dört katı var ve her bir salon inanılmaz büyük. 

Kulaklıklar peki? Onları da şöyle kullanıyorsunuz: Bazı yerlere kayıtlar yerleştirmişler, dört kulaklık girişi var. Kulaklığı taktığınızda, orada bulunan enstrümanla çalınmış bir ya da iki parça dinleyebiliyorsunuz. Müzenin konseptine bu kadar uygun bir uygulama yapmak da her babayiğidin harcı değildir hani söyleyeyim. 

Ne çikolatayı, ne danteli öyle çok öneririm; ama MIM'e mutlaka gidin derim. Hayatımda hiç görmediğim, duymadığım, bilmediğim esntrümanlar gördüm. Sadece Batı müziği enstrümanları değil; Doğu, Kuzey, Güney, Ekvator, Kutup... Hangi bölge ararsanız var. Muazzam bir koleksiyon.


Parc de Bruxelles'den geçerek Parlamento Binası'na gitmeye karar verdik. Parktan geçerken yine Brüksel'in küçüklüğüyle dalga geçtik: "O kadar küçükmüş ki sadece bir parkları varmış, ona da Brüksel adını vermişler."

Parlamento :)
Parkı kendilerine özgü şeylerin heykelleriyle süslemişler. Külahta patates, çikolata, Brüksel lahanası vb. Yanda bir külahta patates örneği görüyorsunuz. Ben harita takıntılı bir insan olduğumdan bu fotoğrafı sizlerle paylaşma gereği duydum. :)

Parlamento Binası'na tabi ki giremedik. Ama kimse "Gitmediniz mi? Görmediniz mi?" demesin diye tutuklanma riskini de göze alarak önünde çeşitli "içeri sızma" konseptli fotoğraflar çektirdik.

St. Michael et Gudule
 Saat 16.45'te St. Michael et Gudule katedraline gittik. Hazinesine ve altındaki Roma binası kalıntılarına 1 Euro gibi komik bir fiyata girebiliyorsunuz. Aslında zaten küçücük yerler olduğundan, çok da komik bir fiyat değil. Ama bazı yerlerde suyun bile 2 Euro olduğunu düşününce... bakın yine tüylerim diken diken oldu.

Katedralden çıktığımızda tabi ki yine yağmura yakalandık. Katedralin önündeki merdivenlere, cami köşelerindeki dilenci çocuklar gibi oturup yağmurun dinmesini bekledik.

Burada da başımıza şöyle bir olay geldi. Biz katedralin kapısında otururken bir kadın yanımıza gelip "Pardon Grote Markt nerede acaba?" dediğinde önce büyük bir sessizlik yaşandı. Kadına oradan kabak gibi gözüken Hotel de Ville'nin kulesini gösterdik. Sonra ben "NASIL BULAMAMIŞ OLABİLİR?" diyerek düşüncelere daldım. Hayatımı sorguladım. Orada geçirdiğimiz bir günde on beş kez Grote Markt'tan geçişimizi sorguladım.

Saat 18.45 olduğunda yine Grote Markt'taydık. (Artık paylaşacak fotoğrafı kalmadı meydanın...) Hediyelik bakındık, gezindik, yağmura yakalandık, merdivenler bulup oturduk. Çok yorgun olduğumuz için o akşam da şu meşhur Delirium adındaki bara gitmekten vazgeçip hostelde kaldık. Zaten Brüksel'in biraları da çok sıcaktı... :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder