11 Ağustos 2012 Cumartesi

13. gün: Bunun ayakkabıları çok küçük, kesin kız.

Berlin'in meşhur ayısı :)
Bu sefer biraz daha geç kalktık. Dün akşam ilk olarak Story of Berlin'e gitmeye karar vermiştik, saat 10'da açıldığı için de rahat rahat hazırlanıp yandaki kafeye kahvaltılık bir şeyler almaya gittik. Kafenin sahipleri Türk çıktı. Bize semaver çayı ikram ettiler.


Kahvaltıdan sonra Ku'damm'daki Story of Berlin'e girdik. Adı üzerinde Berlin tarihi üzerine modern bir müze. Genelde (Almanya'daki her müze gibi) İkinci Dünya Savaşı üzerine bir müzeydi. Ama oraya gelmeden önce Almanya'nın İmparatorluk dönemlerini, bilim, teknoloji ve sporda gösterdiği gelişmelerin uzun uzun anlatıldığı bir müzeydi.

Girişte, içeride Sertab çalan
Türk kapısı örneği
Çok harika düzenlenmemişti ve her yer yazıyla doluydu o yüzden bir yerden sonra epey sıkılıp okumayı kestiğimi itiraf ediyorum. Özellikle 1920 öncesini biraz hızlı geçtiğim söylenebilir.



Bunların dışında dizayn olarak önemli iyi/kötü tarihleri güzel yansıttıklarını düşünüyorum. Mesela sağda gördüğünüz fotoğrafı çektiğim alanın kenarlarına gerçek kitaplar, kitapların arasına da ateş sesinin olduğu hoparlörler yerleştirmişlerdi.

Story of Berlin'den çıktıktan sonra hemen karşıdaki Schildkröte (Kaplumbağa) adındaki restorana girmeye karar verdik. Fiyatları oldukça uygundu ve şirin bir yere benziyordu. Gerçekten de içeriyi çok sevdik. Hatta çok yaşlı bir amca oturuyordu yan masada, sanki oranın dekoru gibiydi. Anlaşılan oranın müdavimiydi çünkü garsonla "Bak ama benim param yok!" tarzında şakalaştı. Sonra da gayet düzgün bir İngilizce'yle bizimle muhabbet etti. Tam bir Osmanlı beyefendisiydi, oralara kadar gitmişiz görüyor musunuz?

Schilkröte'den sonra tabi ki kaçınılmaz olanı gerçekleştirmeye gittik: Berlin Duvarı'nı görmeye. Önünde bir sürü fotoğraf çekildik, bir sürü de fotoğrafını çektik. Almanların İkinci Dünya Savaşı'na dair bu kadar çok şeyi korumuş olmasına hayranım. Adamlar geçmişlerini koruyarak o kadar muazzam bir gelecek yaratıyorlar ki kendilerine...

Duvarın "East Side Gallery" kısmına gittik. Batı tarafında sadece graffitiler varken, Doğu tarafında çeşitli sanatçılara yaptırılmış resimler var. Bir kısmının gerçekten duygulandıran yazılar/çizimler taşıdığını da belirtmeliyim.

Fotoğraf çeke/çekile giderken, bir aile gördüm. Bir resim var şimdi, insan yaşamını göstermişler. Ormanda iki yaşlıyla başlıyor, o yaşlılar ellerini bir bebeğe doğru uzatmış. Bebek aşama aşama büyüyor ve en sonunda genç bir çift ormana giriyor. Gördüğüm aile, tam da bebeğin olduğu yere kendi bebeklerini koyup fotoğraf çektiler. İnanılmaz hoşuma gitti. Acaba çocuğun boyuyla orantılı olarak bunu yıllar boyunca sürdürürler mi diye içten içe merak etmedim değil.

Bazen sadece Duvar'ı değil, sokak lambalarını da boyamışlardı. Soldaki fotoğraf da o lambalardan birini görüyorsunuz.

Sağda ise tabi ki soprano saksafonlu bir abimiz. Bir de poz veriyor. Şeker şey seni.

Duvar'dan sonra yollarımızı ayırdık. Selene ve ben DDR Museum'a gitmek istiyorduk; Cansu, Başak ve Gözde Sony Center ve Legoland'e gitmek istiyordu. Hoş gerçi aynı banliyöye bindik, sadece farklı duraklarda indik. 

DDR Museum Berlin'de gördüğüm "katılımlı müze" kavramına en uygun müzeydi. Artık yerin darlığından mıdır, yoksa çok yaratıcı olduklarından mıdır bilmem; her taraf çekmecelerle, dolaplarla doluydu. İsminizi Rusça olarak yazmaya çalışıyorsunuz, telefondan bir şeyler dinliyorsunuz...


Güzel ve ağzına kadar dolu bir müzeydi. Ucuzdu da üstelik. 

Müzeden çıktığımızda kızlarla buluşmamıza hala yarım saat vardı. Ben de bunun üzerine Selene'yi kandırıp, cebren ve hile ile Berliner Dom'a soktum. Berlin'in de panaromasını göreyim dedim, kubbeye de çıkardım.




Bir şehrin panaromasını görmezsem nedense rahat edemiyorum. Kaç basamak, kaç metre olursa olsun bulduğum tüm kulelere, kubbelere çıktım. Berliner Dom'un da benden kaçma şansı yoktu tabi ki.






Kubbede bulunan bütün meleklerin elinde farklı bir müzik aleti olmasından da çok etkilendiğimi söylemeden geçemeyeceğim.








Berliner Dom'dan çıktıktan sonra kızlarla buluşma noktamıza doğru gittik: Marks-Engel-Platz'a. Ve tabi adamları şebeğe çevirmeyi ihmal etmedik. Koskoca filozofların şu düştüğü hale bakar mısınız?

Selene ve Pinokyo

Günümüzün son durağı, Marks-Engel-Platz'ın tam karşısındaki hediyelikçiler oldu. Berlin'in meşhur Ampellmann'ına ait koca bir dükkan olduğunu söylemek zorundayım. Ben kendime bir çift küpe aldım. Biri yeşil lamba, biri kırmızı lamba şeklinde. Çok tatlılar. :)

Yağmur da bastırınca Ampellmann Store'da biraz daha oyalandık. Ben bu sırada kasanın önüne tadımlık koydukları jelibonlardan epey bir yürüttüğümü itiraf ediyorum. Kasadaki çocuğa çevrede yemek yenilecek uygun bir mekan sorduk. Hemen yan taraftaki pasajda bulunan Andy'nin Yeri'ne (şu anda gerçek adını hatırlamıyorum ama Andy's bir şey olduğu kesin) girip bir güzel karnımızı doyurduktan sonra hostelimize döndük.

Yine Rus Market'ine uğradık. Ben yine bir şey almadan geri döndüm. Rus abiler de Başak'a para üstü yerine meyve salatası vermişler. Açtığımızda ortalığı kaplayan kesif koku nedeniyle hemen kapatıp çöpe atmayı uygun gördük. Hostelin "lobi"sinde oturup internette biraz dolaştıktan sonra yatmaya çıktık.

Odaya girmemizle, boş olan son yatağın da dolduğunu gördük. Eşyalarına şöyle bir bakındık. "Bunun ayakkabıları çok küçük, kesin kız.", "Hem zaten baş ucunda da bebekler var, kesin kız." dedikten sonra yattık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder