10 Ağustos 2012 Cuma

12. gün: Hamburg'a hep yağmur yağar

Sabah 8.00 gibi kakıp kahvaltıya indik. Bu sefer hostelde yapmaya karar verdik çünkü öğle ve hatta mümkünse akşam yemeği hazırlamamız gerekiyordu. 5,50 Euro'ya "All you can eat!" konseptli açık büfeye daldık. Ama tam anlamıyla daldık. İki yanımızdaki masalar bize "Tövbe tövbe, beş kız bunları nasıl yiyecek?" bakışları atarken her birimiz dörder tane brötchen'i sandviç yapmış, ikişer tanesini de mideye indirmiştik bile. Bir açık büfe açarsam önüne asla "All you can eat!" yazmam.

St. Michaelis
İlk durağımız St.. Michaelis Kirche/Turm oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında sadece kulesi kalmış eski bir kilise. Arka tarafını tamamlamışlar, yine de kilise olarak değil savaş hatırası olarak orada.

Tabi ki tepesine çıktığımızda inanılmaz bir yağmur başladı. Şaşırmadınız di mi? Biz de şaşırmadık. Aşağı indiğimizde ise hava günlük güneşlikti. Paris'ten beri aynı geyik...





St. Nikolai Memorial
Hamburg'a ilk gelişimde sadece bir gün güneş açmıştı, onda da bütün Almanlar askılıyla gezip güneşlenirken, ben üşüdüğüm için hırkayla oturuyordum. Evinde kaldığım arkadaşım Jana, ben Hamburg'tan ayrılmadan önce "Özlem Türkiye'ye döndüğünde, Hamburg hakkında tek söyleyebileceği sürekli yağmur yağdığı olacak" diyerek dalga geçmişti. Eh Jana, haksız da değilmişim, ikinci gelişimde de sürekli yağmur yağdı.

St. Nikolai'den Rathaus
İkinci durağımız St. Nikolai Memoial oldu. Yine İkinci Dünya Savaşı'nda yıkılmış bir kilise ve evet, yine savaş hatırası olarak korunuyor. 75 metre yüksekliğinde bir kulesi var, asansörle çıkıyorsunuz. Asansörde ve yukarda deli hayal gücüm harekete geçmedi değil: "Ya asansör bozulursa? Arada hiç kat yok? Ya yukarda mahsur kalırsam? Ya asansörde mahsur kalırsam? Ya asansör düşerse?"


Aşağıda epey oturduk. Çanları dinledik. Yine "Çanlar kimin için çalıyor?" esprisi yaptım. (Bu espriyi gezi boyunca yaptığımı itiraf ediyorum. Rezilim.) Öğle yemeğimiz olan sandviçleri yedik ve tabi ki bir sürü fotoğraf çekildik.
Ve evet, çok kuuluz.

St. Nikolai'da gaza gelip yolda da bir sürü fotoğraf çekildik tabi sonra. Sağda Cansu, Başak ve ben, motorcu taklidi yapıyoruz. Cansu'da ve bende bulunan gözlükler, bildiniz, Heineken gözlüklerimiz!


Saat 14.00 için Miniatur Wunderland'a bilet almıştık. Saat bir türlü iki olmak bilmeyince Hafencity'deki köprüleri geçe geçe ufak bir tur attık. Tabi bir sürü fotoğraf çektiğimizi de söylemeden geçemeyeceğim. En sonunda Miniatur Wunderland'a girme zamanımız geldi.

Miniatur Wunderland hakkında söylenebilecek her şeyi şu kelimeyle özetliyorum: Wunderbar! Dünyanın en büyük model treni dendiğinde aklımda olan kesinlikle böyle bir şey değildi. Her şeyi yapmışlar! HER ŞEYİ!

Futbol sahaları da var, şatolar da. Hayaletler var. Kar var, denizde yüzen insanlar var. Her şey var.


Gün yapmışlar ya! Gün evet gün! Güneş batıyor, hava kararıyor, şehirlerin ışıkları yanıyor, tan oluyor, ışıklar sönüyor, hava aydınlanıyor. Arabaların farları bile yanıyor gece olunca!

Trafik oluyor mesela. Bir araba yolda bekleyince, arkasındakiler de duruyor. Ya da ne bileyim... Konser alanları, birahaneler (içinde hareket eden adamlar var!), kamp alanı tuvaletlerinde yaban domuzu saldırısında uğrayan insanlar bile var! 


Superman bile var!
Bazı yerlerde herkes tepelere çıkmış yüzeye bakarken ben bacaklar ormanı arkasından "yeraltına" yaptıkları Mısır tapınağına bakıyordum örneğin. Resmen kocaman bir yaratıcılık örneğidir, başka bir şey demiyorum. En ufak ayrıntılarına kadar döşemişler model treni.

Uçak kalkıyor ya uçak! Pistten uçak kalkışı yapmışlar, duvarda bir deliğin içinde kayboluyor. Sonra karşı taraftan uçak iniyor! Gemi limana yanaşıyor filan. Anlatarak bitiremeyeceğim, en iyisi gidip görün.

He he buldum :)
Ama kuşkusuz en güzeli burada aradığım şeyi bulmam oldu. Beş senelik Alman tanışıklığımdan sonra biliyorum ki bu adamlar bira ve seks düşkünü. Acaba dedim, otların, ağaçların, ormanların ortasında sevişen tipler yapmışlar mıdır? Madem bu kadar ayrıntılı, kesin olmalı yani sevişgenler. Ve buldum!

Tabi tepesine eğilmiş üç tane ağacı makroda çekmeye çalışırken, yanımdaki adam "Ne yapıyor la bu?" diyerek ben çekildikten sonra hemen merakla aynı noktaya bakmaya başladı. Bir sonraki saniyede o da "Hey bakın burada sevişenler var!" diyerek aynı fotoğrafı çekiyordu. Yanda çıkarılmış ceket bile var, çalılara asılmış. Ayrıntılara bayıldığımı söylemiş miydim?


Miniatur Wunderland'dan çıktıktan sonra hostele dönüp eşyalarımızı aldık. Ve son durağımız olan Berlin'e doğru yola çıkmak için hazırdık.

18.06 Berlin Südkreuz trenine binip, tepesinde yazı yazmayan koltuklardan bulduğumuza oturduk. Rezervasyonsuzluk zor iş azizim.

Hostele gitmeden önce turizm infoya uğradık ve kadın bize S-Bahnlarda interrail biletinin geçerli olduğunu, ekstra bilet kullanmamıza gerek olmadığını söyledi. Tabi o noktadan sonra çok bir işimize yaramadı bu bilgi ama... Neyse, Charlottenbrug durağında inip, hemen durağın karşısında bulunan "Happy Go Lucky" isimli hostelimize gittik.


Böyle sevimli, gülümsemeli bir hostel burası. Yalnız kaldığımız en fakir hosteldi kendisi aynı zamanda. Hamburg'a kadar gittikçe yükselen bir grafik gösteren hostel lükslüğünden sonra, epey kötü geldi. Tabi ben yağmurda çamurda, çadırda dışarda da yatmış insan olduğumdan çok koymuyor. Hatta bence bir hostel olarak gayet de güzel, diğerleri otel gibiydi.


Yalnız bize en küçük kapılı odayı vermiş olmalarını da kınamadım değil. Hakikaten bütün kattaki en rezil kapı bizimkiydi.

Odamız altı kişilik yatakhaneydi. Dolayısıyla bir kişilik boş yerimiz vardı. Bakalım, kim o şanslı insan olacaktı?

Eşyaları bıraktıktan sonra şehirlilerin Ku'damm diye kısalttıkları Kurfürstendamm'a dolaşmaya gittik. (Buradan "bei dem"i "beim" olarak kısaltıyorlar diye "Sehr ekonomisch!" diyen matematik hocam Langrock'a sevgilerimi gönderiyorum.)

İyice gece çöktükten sonra hostelimize dönmeye karar verdik. Hostelin yakınlarında 24 saat açık bir market bulduk. Rus marketiymiş, mafya olduklarından şüpheleniyoruz. İçerde biraz dolaşıp, hiçbir şey almadan hostele döndük.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder